About Me
$0.06 to $0.08/ word*
$14 to $18/ hour*
*The listed rates are a general range for this translator. Every project is different and many factors affect translation rates including the complexity of your source text, file format, deadline, etc. Please contact this translator with the details of your translation job for a more specific rate quote. Rates on TM-Town are always listed as USD for consistency. A translator may have a different preferred currency.
1,585
Translation Units
0
Term Concepts
Top Fields of Expertise
history
war
electronics
electrical engineering
other
My Work
Sample Translation Electrical Engineering
Electrical Engineering Sample Translation
Source (English) | Target (Turkish) |
---|---|
Atoms, the smallest particles of matter that retain the properties of the matter, are made of protons, electrons, and neutrons. | Atomlar, maddenin özelliklerini koruyan en küçük parçacıklardır ve protonlar, elektronlar ve nötronlardan oluşurlar. |
Protons have a positive charge, Electrons have a negative charge that cancels the proton's positive charge. | Protonlar pozitif yük taşır, elektronlar ise protonun pozitif yükünü iptal eden negatif yüke sahiptir. |
Neutrons are particles that are similar to a proton but have a neutral charge. | Nötronlar, protona benzer ancak nötr bir yüke sahip parçacıklardır. |
There are no differences between positive and negative charges except that particles with the same charge repel each other and particles with opposite charges attract each other. | Pozitif ve negatif yükler arasında tek fark, aynı yüke sahip parçacıkların birbirini itmesi ve zıt yüklü parçacıkların birbirini çekmesidir. |
If a solitary positive proton and negative electron are placed near each other they will come together to form a hydrogen atom. | Eğer yalnız bir pozitif proton ve negatif elektron birbirlerine yakın bir yere konulursa, bir hidrojen atomu oluşturmak için bir araya geleceklerdir. |
This repulsion and attraction (force between stationary charged particles) is known as the Electrostatic Force and extends theoretically to infinity, but is diluted as the distance between particles increases. | Bu itme ve çekme (sabit yüklü parçacıklar arasındaki kuvvet) Elektrostatik Kuvvet olarak bilinir ve teorik olarak sonsuzluğa kadar uzanır, ancak parçacıklar arasındaki mesafe arttıkça seyreltilir. |
When an atom has one or more missing electrons it is left with a positive charge, and when an atom has at least one extra electron it has a negative charge. | Bir atomun bir veya daha fazla eksik elektronu olduğunda, pozitif bir yüke sahip olur ve bir atom en az bir fazladan elektrona sahip olduğunda negatif bir yüke sahip olur. |
Having a positive or a negative charge makes an atom an ion. | Pozitif veya negatif bir yüke sahip olmak bir atomu bir iyon yapar. |
Atoms only gain and lose protons and neutrons through fusion, fission, and radioactive decay. | Atomlar yalnızca füzyon, fisyon ve radyoaktif bozunma yoluyla proton ve nötron kazanıp kaybederler. |
Although atoms are made of many particles and objects are made of many atoms, they behave similarly to charged particles in terms of how they repel and attract. | Atomlar birçok parçacıktan oluşurken ve nesneler birçok atomdan oluşurken, itme ve çekme açısından şarjlı parçacıklara benzer şekilde davranırlar. |
In an atom the protons and neutrons combine to form a tightly bound nucleus. | Bir atomda protonlar ve nötronlar sıkı bir çekirdek oluşturmak için bir araya gelirler. |
This nucleus is surrounded by a vast cloud of electrons circling it at a distance but held near the protons by electromagnetic attraction (the electrostatic force discussed earlier). | Bu çekirdek, elektromanyetik çekimle (önceki elektrostatik kuvvet olarak tartışılan) protonlara yakın bir mesafede dönen ancak ona uzaktan elektronları tutan geniş bir elektron bulutu ile çevrilidir. |
The cloud exists as a series of overlapping shells / bands in which the inner valence bands are filled with electrons and are tightly bound to the atom. | Elektron bulutu, iç valans bantları adı verilen ve elektronlarla dolu olan, ve atomla sıkı bir şekilde bağlı olan bir dizi üst üste binen kabuktan / banttır. |
The outer conduction bands contain no electrons except those that have accelerated to the conduction bands by gaining energy. | Dış iletken bantlarda, enerji kazanarak iletken bantlara hızlanan elektronlar dışında hiçbir elektron bulunmaz. |
With enough energy an electron will escape an atom (compare with the escape velocity of a space rocket). | Yeterli miktarda enerjiye sahip bir elektron bir atomdan kaçacak (uzay roketinin kaçma hızıyla karşılaştırın). |
When an electron in the conduction band decelerates and falls to another conduction band or the valence band a photon is emitted. | İletken banttaki bir elektron yavaşladığında ve başka bir iletken banta veya valans bantına düştüğünde bir foton yayılır. |
This is known as the photoelectric effect. | Bu olaya fotoelektrik etki denir. |
Sample Translation Business
Business Sample Translation
Source (English) | Target (Turkish) |
---|---|
Business (or Strategic) management is the art, science, and craft of formulating, implementing and evaluating cross-functional decisions that will enable an organization to achieve its long-term objectives. | İş (veya Stratejik) yönetim, bir organizasyonun uzun vadeli hedeflerine ulaşmasını sağlayacak çapraz işlevsel kararlar formüle etme, uygulama ve değerlendirme sanatını, bilimini ve uygulamasını ifade eder. |
It is the process of specifying the organization's mission, vision and objectives, developing policies and plans, often in terms of projects and programs, which are designed to achieve these objectives, and then allocating resources to implement the policies and plans, projects and programs. | Bu, organizasyonun misyonunu, vizyonunu ve hedeflerini belirleme, genellikle projeler ve programlar şeklinde bu hedeflere ulaşmayı amaçlayan politikalar ve planlar geliştirme ve ardından bu politikaları, planları, projeleri ve programları uygulamak için kaynak tahsis etme sürecidir. |
Strategic management seeks to coordinate and integrate the activities of the various functional areas of a business in order to achieve long-term organizational objectives. | Stratejik yönetim, işletmenin çeşitli işlevsel alanlarındaki faaliyetleri uzun vadeli organizasyonel hedeflere ulaşmak için koordine etmeyi ve entegre etmeyi amaçlar. |
A balanced scorecard is often used to evaluate the overall performance of the business and its progress towards objectives. | İşletmenin genel performansını ve hedeflere doğru ilerlemesini değerlendirmek için genellikle "dengeli skor kartı" (balanced scorecard) kullanılır. |
Strategic management is the highest level of managerial activity. | Stratejik yönetim, yönetimsel faaliyetlerin en üst seviyesidir. |
Strategies are typically planned, crafted or guided by the Chief Executive Officer, approved or authorized by the Board of directors, and then implemented under the supervision of the organization's top management team or senior executives. | Stratejiler genellikle İcra Kurulu Başkanı tarafından planlanır, oluşturulur veya yönlendirilir, Yönetim Kurulu tarafından onaylanır veya yetkilendirilir ve ardından organizasyonun üst yönetimi veya kıdemli yöneticilerinin gözetimi altında uygulanır. |
Strategic management provides overall direction to the enterprise and is closely related to the field of Organization Studies. | Stratejik yönetim, işletmeye genel bir yön sağlar ve Organizasyon Çalışmaları alanıyla yakından ilişkilidir. |
In the field of business administration it is useful to talk about "strategic alignment" between the organization and its environment or "strategic consistency". | İşletme yönetimi alanında, organizasyon ile çevresi arasındaki "stratejik uyum" veya "stratejik tutarlılık" hakkında konuşmak faydalıdır. |
According to Arieu (2007), "there is strategic consistency when the actions of an organization are consistent with the expectations of management, and these in turn are with the market and the context." | Arieu'ya (2007) göre, "stratejik tutarlılık; bir organizasyonun eylemlerinin yönetimin beklentileriyle tutarlı olması ve bunların da pazar ve bağlamla uyumlu olması durumunda gerçekleşir." |
Sample Translation Medical
Medical Sample Translation
Source (English) | Target (Turkish) |
---|---|
Cardio-Pulmonary Resuscitation | Kardiyo-Pulmoner Resüsitasyon (CPR) |
For those already familiar with CPR, a summary of recent changes is at the European Resuscitation Council website. | CPR konusunda zaten bilgi sahibi olanlar için, son değişikliklerin özeti Avrupa Resüsitasyon Konseyi'nin web sitesinde bulunmaktadır. |
This summary summarizes changes under the categories : basic adult resusc, automated defibrillators, advanced adult , advanced paediatric ; | Bu özet, değişiklikleri şu kategoriler altında sunar: temel yetişkin resüsitasyonu, otomatik defibrilatörler, ileri düzey yetişkin, ileri düzey pediatrik; |
advanced adult is subdivided to order of CPR/defibrillation is | ileri düzey yetişkin kategorisi şu alt başlıklara ayrılmıştır: |
a) defib first in professional witnessed arrest, | a) Profesyonel tanıklığında gerçekleşen kardiyak arrestlerde ilk müdahale defibrilasyon olmalıdır, |
b) defibrillation technique is one shock and CPR for 2 minutes before other shocks , | b) Defibrilasyon tekniği: Bir şok uygulanır ve ardından diğer şoklardan önce 2 dakika CPR yapılır, |
c) doubtful fine VF is not worth shocking delay of CPR, | c) Belirsiz ince ventriküler fibrilasyon (VF) durumlarında CPR’yi geciktirmeye değecek şok uygulaması önerilmez, |
d) adrenaline 1mg after 2nd shock or non VF/VT / rate is 3-5 minutely, | d) Adrenalin 1 mg, ikinci şoktan sonra veya VF/VT dışı ritimlerde, 3-5 dakikada bir uygulanır, |
e) vf/vt - amiodarone (load 300mg +/- 150mg, 900mg /24h) XOR lignocaine (max 3mg/kg/hr), | e) VF/VT durumunda: amiodaron (yükleme dozu 300 mg ± 150 mg, toplam 24 saatte 900 mg) veya lidokain (maksimum 3 mg/kg/saat), |
f) PE/thrombolysis/prolonged CPR 60-90 minutes , | f) Pulmoner emboli/tromboliz/uzamış CPR: 60–90 dakika süreyle uygulanabilir, |
g) hypothermia to 32deg for 12-24 hours definitely for out of hospital VF/VT, and maybe for all others ( in hospital all, out of hospital non VF/VT). | g) Hipotermi: vücut sıcaklığı 32°C’ye düşürülerek 12–24 saat boyunca korunur; hastane dışı VF/VT vakaları için kesinlikle uygulanmalı, diğer tüm olgular için (hastane içi ve hastane dışı VF/VT dışı) ise uygulanabilirliği düşünülmelidir. |
The principles might be: minimize circulation downtime ( a, b, | Bu ilkeler genel olarak şöyle özetlenebilir: Dolaşımın durduğu süreyi en aza indirmek (a, b, |
c), provide drugs better or earlier (d e | c), ilaçları daha etkili ya da daha erken vermek (d, e, |
f), more tenacity in rescue ( f and | f), kurtarma girişimlerinde daha kararlı olmak (f ve |
g) . | g). |
ABC - airway , breathing , compression. | ABC – hava yolu, solunum, kalp masajı. |
This in general describes conceptual categories, but is also the sequence of management in CPR: airways first, breathing next, compression of the heart. | Bu ifade hem kavramsal kategorileri hem de CPR’deki müdahale sırasını tanımlar: Önce hava yolu açılır, ardından solunum sağlanır ve son olarak kalp masajı yapılır. |
The exception is when immediate defibrillation is available, AND equipment to diagnose ventricular tachyarrythmia or ventricular fibrillation is available. | İstisna, acil defibrilasyonun hemen uygulanabildiği ve ventriküler taşiaritmi ya da ventriküler fibrilasyonu teşhis etmeye yönelik ekipmanın mevcut olduğu durumlardır. |
Then the sequence is : observed unexpected collapse + known history suggests ventricular fibrillation: e.g. was complaining of chest discomfort -> attach equipment -> diagnose VF ( automatic or manual) -> attach defibrillation pads -> charge equipment to 200J (or wait automatic) -> warn bystanders -> defibrillate. | Bu durumda izlenecek sıra şöyledir: Beklenmeyen, gözlemlenmiş bir çökme + bilinen hastalık öyküsü ventriküler fibrilasyonu düşündürüyorsa (örneğin, kişi göğüs ağrısından şikayet ediyorsa) → ekipman bağlanır → VF teşhisi konur (otomatik veya manuel) → defibrilasyon pedleri takılır → cihaz 200 J’ye şarj edilir (veya otomatik olarak beklenir) → çevredeki kişiler uyarılır → defibrilasyon uygulanır. |
If manual, defibrillate x 3 , before resuming normal CPR sequence if still in ventricular fibrillation. | Eğer manuel cihaz kullanılıyorsa, VF devam ediyorsa normal CPR sırasına geçmeden önce 3 defa defibrilasyon uygulanır. |
This is taken from an observed successful resuscitation of a witnessed arrest , as applied by an experienced provincial emergency specialist nurse. | Bu prosedür, deneyimli bir bölgesel acil servis hemşiresi tarafından gözlemlenmiş başarılı bir resüsitasyon vakasından alınmıştır. |
It has some contrast to the recommended DRABCD sequence as per Guideline 7, February 2006, of the Australian Resuscitation Council, but is similar to the European Guidelines Summary of Changes 2005. | Avustralya Resüsitasyon Konseyi’nin Şubat 2006 tarihli 7 No’lu Kılavuzunda yer alan önerilen DRABCD sıralamasından bazı farklılıklar gösterse de, Avrupa Kılavuzu’nun 2005 tarihli Değişiklik Özeti ile benzerlik taşımaktadır. |
Sample Translation Automotive
Automotive Sample Translation
Source (English) | Target (Turkish) |
---|---|
Brake bleeding is the procedure performed on hydraulic brake systems whereby the brake lines (the pipes and hoses containing the brake fluid) are purged of any air bubbles. | Fren havası alma, hidrolik fren sistemlerinde uygulanan bir işlemdir. Bu işlemle, fren hatlarında (fren sıvısını taşıyan borular ve hortumlar) bulunan hava kabarcıkları sistemden uzaklaştırılır. |
This is necessary because, while the brake fluid is an incompressible liquid, air bubbles are compressible gas and their presence in the brake system greatly reduces the hydraulic pressure that can be developed within the system. | Bu işlem gereklidir; çünkü fren sıvısı sıkıştırılamayan bir sıvı olmasına karşın, hava kabarcıkları sıkıştırılabilir gazlardır ve sistemde hava bulunması, fren sisteminde oluşturulabilecek hidrolik basıncı büyük ölçüde azaltır. |
The same methods used for bleeding are also used for purging, where the old fluid is replaced with new fluid, which is necessary maintenance. | Fren havasını alma yöntemleri, aynı zamanda "purging" (temizleme) işlemi için de kullanılır; bu işlemde eski fren sıvısı yenisiyle değiştirilir ve bu, düzenli bakım kapsamında yapılması gereken bir işlemdir. |
The brake fluid capacity of a typical automobile is around 500 ml. | Tipik bir otomobilin fren sıvısı kapasitesi yaklaşık 500 ml’dir. |
Brake fluid is toxic, and must be handled carefully and disposed of properly. | Fren sıvısı toksiktir, bu nedenle dikkatli kullanılmalı ve uygun şekilde imha edilmelidir. |
Most cars use DOT 3 or 4 brake fluids, which may be mixed, but DOT 5 is silicone-based and not compatible with DOT 3 or | Çoğu araç DOT 3 veya DOT 4 tipi fren sıvısı kullanır; bu iki tip karıştırılabilir, ancak DOT 5 silikon bazlıdır ve DOT 3 veya |
4. Note that DOT 5.1 is a higher specification fluid compatible with DOT 3 and DOT 4, but not DOT | DOT 4 ile uyumlu değildir. DOT 5.1 ise DOT 3 ve DOT 4 ile uyumlu olan, daha yüksek özelliklere sahip bir fren sıvısıdır, |
5. Most types of brake fluid harm automotive paint and plastics on contact, so special care must be taken when using this fluid: any spills must be immediately cleaned up. | fakat DOT 5 ile uyumlu değildir. Fren sıvılarının çoğu, otomotiv boyasına ve plastik yüzeylere temas ettiğinde zarar verir, bu nedenle kullanırken çok dikkat edilmelidir: Herhangi bir dökülme durumunda hemen temizlenmelidir. |
Brake fluid is water-soluble so it may be rinsed off with water. | Fren sıvısı suyla çözünebildiğinden suyla durulanabilir. |
The process is performed by forcing clean, bubble-free brake fluid through the entire system, usually from the master cylinder(s) to the calipers of disc brakes (or the wheel cylinders of drum brakes), but in certain cases in the opposite direction. | İşlem, genellikle temiz ve hava kabarcığı içermeyen fren sıvısının tüm sisteme – genellikle ana silindir(ler)den başlayıp disk frenlerin kaliperlerine (veya kampanalı frenlerdeki tekerlek silindirlerine) doğru – zorlanmasıyla gerçekleştirilir; bazı durumlarda bu işlem ters yönde de uygulanabilir. |
A brake bleed screw is normally mounted at the highest point on each cylinder or caliper. | Fren havası alma vidası (bleed screw) genellikle her bir silindirin ya da kaliperin en üst noktasına monte edilir. |
Sample Translation Art/Literary
Art/Literary Sample Translation
Source (English) | Target (Turkish) |
---|---|
I | I |
The Gift of the Magi | Magi'nin Armağanı |
ONE DOLLAR AND EIGHTY-SEVEN CENTS. | Bir dolar seksenyedi sent. |
That was all. | Hepsi buydu. |
And sixty cents of it was in pennies. | Ve bunun altmış senti peni cinsindendi. |
Pennies saved one and two at a time by bulldozing the grocer and the vegetable man and the butcher until one's cheek burned with the silent imputation of parsimony that such close dealing implied. | Bakkalı, sebzeciyi ve manavı buldozerle ezerek, zımmen cimrilik ithafına rağmen yanaklar kızara kızara kuruşlar birer ikişer biriktirildi. |
Three times Della counted it. | Della bunu üç kez saydı. |
One dollar and eighty-seven cents. | Bir dolar seksen yedi sent. |
And the next day would be Christmas. | Ve ertesi gün Noel olacaktı. |
There was clearly nothing left to do but flop down on the shabby little couch and howl. | Belli ki eski püskü küçük kanepeye yığılıp ulumaktan başka yapacak hiçbir şey kalmamıştı. |
So Della did it. | Della da bunu yaptı. |
Which instigates the moral reflection that life is made up of sobs, sniffles, and smiles, with sniffles predominating. | Bu da hayatın hıçkırıklardan, burun çekmelerden ve gülümsemelerden oluştuğu ve iç çekmelerin çoğunlukta olduğu yönündeki ahlaki düşünceyi teşvik eder. |
While the mistress of the home is gradually subsiding from the first stage to the second, take a look at the home. | Evin hanımı birinci aşamadan ikinci aşamaya doğru yavaş yavaş geçerken siz de eve bir bakın. |
A furnished flat at $8 per week. | Haftalık 8 dolara mobilyalı bir daire. |
It did not exactly beggar description, but it cer tainly had that word on the look-out for the mendicancy squad. | Tam olarak bir açıklama değildi ama dilencilik ekibinin literatüründe kesinlikle bu kelime vardı. |
In the vestibule below was a letter-box into which no letter would go, and an electric button from which no mortal finger could coax a ring. | Aşağıdaki girişte hiçbir mektubun giremeyeceği bir mektup kutusu ve hiçbir ölümlünün parmağının çaldıramayacağı bir elektrik düğmesi vardı. |
Also appertaining thereunto was a card bearing the name 'Mr. | Ayrıca bununla ilgili olarak 'Bay James Dillingham Young' adını taşıyan bir kart da vardı. |
The 'Dillingham' had been flung to the breeze during a former period of prosperity when its possessor was being paid $30 per week. | 'Dillingham', sahibine haftada 30 dolar ödenen eski bir refah döneminde rüzgâra kapılmıştı. |
Now, when the income was shrunk to $20, the letters of | Şimdi, gelir 20 dolara düştüğünde 'Dillingham' harfleri bulanık görünüyordu, sanki ciddi olarak mütevazı ve gösterişsiz bir D ile sözleşme yapmayı düşünüyorlarmış gibi. |
'Dillingham' looked blurred, as though they were thinking seri ously of contracting to a modest and unassuming D. But whenever Mr. James Dillingham Young came home and reached his flat above he was called 'Jim' and greatly hugged by Mrs. James Dillingham Young, already introduced to you as Della. | Ama Bay James Dillingham Young ne zaman eve gelip üst kattaki dairesine ulaşsa, 'Jim' olarak adlandırıldı ve size zaten Della olarak tanıtılan Bayan James Dillingham Young tarafından büyük bir şekilde kucaklandı. |
Which is all very good. | Bunların hepsi çok iyi. |
Delia finished her cry and attended to her cheeks with the powder rag. | Delia ağlamasını bitirdi ve pudra beziyle yanaklarını temizledi. |
She stood by the window and looked out dully at a grey cat walking a grey fence in a grey backyard. | Pencerenin yanında durdu ve gri bir arka bahçedeki gri bir çitin üzerinde yürüyen gri bir kediye donuk bir şekilde baktı. |
To-morrow would be Christmas Day, and she had only $1.87 with which to buy Jim a present. | Yarın Noel günü olacaktı ve Jim'e hediye alabileceği yalnızca 1,87 doları vardı. |
She had been saving every penny she could for months, with this result. | Bulabildiği her kuruşu hediye alabilmek için aylarca biriktiriyordu. |
Twenty dollars a week doesn't go far. | Haftada yirmi dolarla bir yere varılamaz. |
Expenses had been greater than she had calculated. | Harcamalar hesapladığından her zaman daha fazlaydı. |
They always are. | Jim’e hediye almak için yalnızca 1,87 dolar. |
Her Jim. | Onun Jim’i. |
Many a happy hour she had spent planning for something nice for him. | Onun için güzel bir şeyler planlayarak mutlu saatler geçirmişti. |
Some thing fine and rare and sterling - something just a little bit near to being worthy of the honour of being owned by Jim. | Güzel, ender ve değerli bir şey; Jim'in sahibi olma şerefine layık olmaya birazcık yakın bir şey. |
There was a pier-glass between the windows of the room. | Odanın pencereleri arasında bir iskele camı vardı. |
Per haps you have seen a pier-glass in an $8 flat. | Belki 8 dolarlık bir dairede bir iskele camı görmüşsünüzdür. |
A very thin and very agile person may, by observing his reflection in a rapid sequence of longitudinal strips, obtain a fairly accurate conception of his looks. | Çok zayıf ve çok çevik bir kişi, uzunlamasına şeritlerden oluşan hızlı bir dizideki yansımasını gözlemleyerek, görünüşü hakkında oldukça doğru bir fikir edinebilir. |
Della, being slender, had mastered the art. | Della ince olduğundan bu sanatta ustalaşmıştı. |
Suddenly she whirled from the window and stood before the glass. | Aniden pencereden fırladı ve camın önünde durdu. |
Her eyes were shining brilliantly, but her face had lost its colour within twenty seconds. | Gözleri pırıl pırıl parlıyordu ama yüzü yirmi saniye içinde rengini kaybetmişti. |
Rapidly she pulled down her hair and let it fall to its full length. | Hızla saçlarını aşağı çekti ve tam uzunluğuna düşmesine izin verdi. |
Now, there were two possessions of the James Dillingham Youngs in which they both took a mighty pride. | Artık James Dillingham Youngs'ın her ikisinin de büyük gurur duyduğu iki mülkiyeti vardı. |
One was Jim's gold watch that had been his father's and his grandfather's. | Biri Jim'in babasına ve büyükbabasına ait olan altın saatiydi. |
The other was Della's hair. | Diğeri Della'nın saçıydı. |
Had the Queen of Sheba lived in the flat across the airshaft, Della would have let her hair hang out the window some day to dry just to depreciate Her Majesty's jewels and gifts. | Eğer Saba Kraliçesi havalandırma boşluğunun karşısındaki dairede yaşasaydı, Della sırf Majestelerinin mücevherlerinin ve hediyelerinin değerini düşürmek için bir gün saçlarının kuruması için pencereden dışarı sarkmasına izin verirdi. |
Had King Solomon been the janitor, with all his treasures piled up in the basement, Jim would have pulled out his watch every time he passed, just to see him pluck at his beard from envy. | Eğer Kral Süleyman tüm hazineleri bodrumda birikmiş olan kapıcı olsaydı, Jim onun kıskançlıktan sakalını yolduğunu görmek için her yanından geçtiğinde saatini çıkarırdı. |
So now Della's beautiful hair fell about her, rippling and shin ing like a cascade of brown waters. | Artık Della'nın güzel saçları kahverengi sulardan oluşan bir çağlayan gibi dalgalanıp parlayarak etrafına düşüyordu. |
It reached below her knee and made itself almost a garment for her. | Dizinin altına kadar uzanıyordu ve adeta onun için bir giysi haline gelmişti. |
And then she did it up again nervously and quickly. | Sonra sinirli ve hızlı bir şekilde aynı şeyi tekrar yaptı. |
Once she faltered for a minute and stood still while a tear or two splashed on the worn red carpet. | Bir keresinde bir dakika bocaladı ve yıpranmış kırmızı halıya bir iki gözyaşı sıçrarken hareketsiz kaldı. |
On went her old brown jacket; on went her old brown hat. | Eski kahverengi ceketi ve eski kahverengi şapkasını taktı. |
With a whirl of skirts and with the brilliant sparkle still in her eyes, she fluttered out of the door and down the stairs to the street. | Eteklerini uçuşturarak ve gözlerinde hala parlak bir ışıltıyla kapıdan dışarı fırladı ve merdivenlerden aşağıya sokağa çıktı. |
Where she stopped the sign read: 'Mme. Sofronie. Hair Goods of All Kinds.' | Durduğu yerde tabelada şunlar yazıyordu: 'Mme Sofronie, Her Türlü Saç Ürünleri.' |
One flight up Della ran, and collected herself, pant ing. Madame, large, too white, chilly, hardly looked the 'Sofronie.' | Della bir kat yukarı koştu ve nefes nefese kendini toparladı. |
'Will you buy my hair?' asked Della. | Madam, iri, fazla beyaz ve soğuktu. |
'I buy hair,' said Madame. | Tabeladaki resmine ancak benziyordu. |
'Take yer hat off and let's have a sight at the looks of it.' | “Saçımı satın alacak mısın? |
Down rippled the brown cascade. | "Saç satın alıyorum" dedi Madam. |
'Twenty dollars,' said Madame, lifting the mass with a practised hand. | “Şapkanı çıkar ve şuna bir bakalım.” |
'Give it to me quick,' said Della. | Kahverengi çağlayan aşağı doğru dalgalandı. |
Oh, and the next two hours tripped by on rosy wings. | "Yirmi dolar" dedi Madam, deneyimli bir elle saç kütlesini kaldırarak. |
Forget the hashed metaphor. | “Çabuk ver onu bana” dedi Della. |
She was ransacking the stores for Jim's present. | Sonraki iki saat pembe kanatlarıyla mutluluk içerisinde Jim'in hediyesi için mağazaları araştırıyordu. |
She found it at last. | Sonunda buldu. |
It surely had been made for Jim and no one else. | Kesinlikle Jim için yapılmıştı, başkası için değil. |
There was no other like it in any of the stores, and she had turned all of them inside out. | Hiçbir mağazada bunun benzeri yoktu ve hepsini ters yüz etmişti. |
It was a platinum fob chain simple and chaste in design, properly proclaiming its value by substance alone and not by meretricious ornamentation - as all good things should do. | Tüm iyi şeylerde olduğu gibi değerini sadece süslü süslemelerle değil, sadece özüyle doğru bir şekilde ilan ediyordu. |
It was even worthy of The Watch. | Saatin özütüne bile layıktı. |
As soon as she saw it she knew that it must be Jim's. | Onu görür görmez Jim'e ait olduğunu anladı. |
It was like him. | Onun gibiydi. |
Quietness and value - the description applied to both. | Sessizlik ve değer; her ikisine de uygulanan tanım. |
Twenty-one dollars they took from her for it, and she hurried home with the 87 cents. | Bunun karşılığında ondan yirmi bir dolar aldılar ve 87 sentle birlikte aceleyle eve gitti. |
With that chain on his watch Jim might be properly anxious about the time in any | Jim saati ne kadar güzel olursa olsun eski deri kayışı varken saatine utanç içerisinde bakıyor ve bakmaya imtina ediyordu. |
Grand as the watch was, he sometimes looked at it on the sly on account of the old leather strap that he used in place of a chain. | Saatinde bu zincir varken Jim hangi ortamda olursa olsun endişelenmeden rahatlıkla saatine bakabilirdi. |
When Della reached home her intoxication gave way a little to prudence and reason. | Della eve vardığında sevinç sarhoşluğunun yerini biraz sağduyuya ve mantığa bıraktı. |
She got out her curling irons and lighted the gas and went to work repairing the ravages made by generosity added to love. | Saç maşasını çıkardı, gaz lambasını yaktı ve sevgiye eklenen cömertliğin yarattığı tahribatları onarmak için işe koyuldu. |
Which is always a tremendous task, dear friends - a mammoth task. | Bu her zaman muazzam bir görevdir, sevgili dostlar; devasa bir görevdir. |
Within forty minutes her head was covered with tiny, close- lying curls that made her look wonderfully like a truant schoolboy. | Kırk dakika içinde harika bir şekilde okuldan kaçan bir okul çocuğu gibi kafası minik, birbirine yakın buklelerle kaplandı. |
She looked at her reflection in the mirror long, carefully, and critically. | Aynadaki yansımasına uzun uzun, dikkatle ve eleştirel bir gözle baktı. |
'If Jim doesn't kill me,' she said to herself, 'before he takes a second look at me, he'll say I look like a Coney Island chorus girl. But what could I do - oh! what could I do with a dollar and eighty- seven cents?' | “Eğer Jim beni öldürmezse” dedi kendi kendine, “Bana ikinci kez bakmadan önce Coney Adası'ndaki koro kızına benzediğimi söyleyecek. Ama ne yapabilirdim- Ah! Bir dolar ve seksen yedi sentle ne yapabilirdim?” |
At seven o'clock the coffee was made and the frying-pan was on the back of the stove, hot and ready to cook the chops. | Saat yedide kahve yapıldı ve kızartma tavası ocağın arka tarafında sıcak ve pirzolaları pişirmeye hazır halde duruyordu. |
Jim was never late. | Jim asla geç kalmazdı. |
Della doubled the fob chain in her hand and sat on the corner of the table near the door that he always entered. | Della elindeki anahtarlık zincirini ikiye katladı ve her zaman girdiği kapının yanındaki masanın köşesine oturdu. |
Then she heard his step on the stair away down on the first flight, and she turned white for just a moment. | Daha sonra ilk fırsatta merdivenden inen adımını duydu ve bir anlığına bembeyaz kesildi. |
She had a habit of saying little silent prayers about the simplest everyday things, and now she whispered: 'Please God, make him think I am still pretty. | En basit gündelik şeyler hakkında sessiz küçük dualar etme alışkanlığı vardı ve şimdi fısıldadı: “Lütfen Tanrım, ona benim hâlâ güzel olduğumu düşünmesini sağla.” |
The door opened and Jim stepped in and closed it. | Kapı açıldı ve Jim içeri girip kapıyı kapattı. |
He looked thin and very serious. | Zayıf ve çok ciddi görünüyordu. |
Poor fellow, he was only twenty-two - and to be burdened with a family! | Zavallı adam, daha yirmi iki yaşındaydı ve ailenin yükü onun omuzları üzerindeydi. |
He needed a new overcoat and he was without gloves. | Yeni bir paltoya ihtiyacı vardı ve eldiveni yoktu. |
Jim stepped inside the door, as immovable as a setter at the scent of quail. | Jim, bıldırcın kokusunu alan bir av köpeği gibi hareketsiz bir şekilde kapıdan içeri girdi. |
His eyes were fixed upon Della, and there was an expression in them that she could not read, and it terrified her. | Gözleri Della'ya dikilmişti ve gözlerinde onun okuyamadığı bir ifade vardı ve bu onu korkutuyordu. |
It was not anger, nor surprise, nor disapproval, nor horror, nor any of the sentiments that she had been prepared for. | Bu ne öfkeydi ne şaşkınlık ne onaylamama ne dehşet ne de hazırlıklı olduğu duygulardan herhangi biri. |
He simply stared at her fixedly with that peculiar expression on his face. | Yüzündeki o tuhaf ifadeyle sadece ona sabit bir şekilde baktı. |
Della wriggled off the table and went for him. | “Jim, sevgilim” diye bağırdı Della. |
'Jim, darling,' she cried, 'don't look at me that way. I had my hair cut off and sold it because I couldn't have lived through Christmas without giving you a present. It'll grow out again - you won't mind, will you? I just had to do it. My hair grows awfully fast. Say "Merry Christmas!" | Saçımı kestirdim ve sattım çünkü Noel'i sana hediye vermeden geçiremezdim. |
Jim, and let's be happy. You don't know what a nice - what a beautiful, nice gift I've got for you.' | Bunu yapmak zorundaydım. |
'You've cut off your hair?' asked Jim, laboriously, as if he had not arrived at that patent fact yet even after the hardest mental labour. | "Mutlu Noeller!" de Jim, hadi mutlu olalım. |
'Cut it off and sold it,' said Della. | "Saçını mı kestirdin? |
'Don't you like me just as well, anyhow? I'm me without my hair, ain't I?' | Sanki en zorlu zihinsel çabalardan sonra bile bu apaçık gerçeğe henüz ulaşmamış gibi zahmetli bir şekilde. |
Jim looked about the room curiously. | Della "Kestirip sattım" dedi. |
'You say your hair is gone?' he said with an air almost of idiocy. | “Zaten sen de beni sevmiyor musun? Saçsızken de ben benim, öyle değil mi?” |
'You needn't look for it,' said | aptalca bir edayla “Saçının gittiğini mi söylüyorsun?” dedi. |
Della. | “Aramana gerek yok" dedi Della. |
'It's sold, I tell you - sold and gone, too. It's Christmas Eve, boy. Be good to me, for it went for you. Maybe the hairs of my head were numbered,' she went on with a sudden serious sweetness, 'but nobody could ever count my love for you. Shall I put the chops on, Jim?' | “Satıldı, sana söylüyorum, satıldı ve oldu bitti. Bugün Noel Arifesi oğlum. Bana iyi davran çünkü bu senin yararına oldu. Belki kafamın saçları sayılıydı” diye devam etti aniden ciddi bir tatlılıkla. |
Out of his trance Jim seemed quickly to wake. | Jim transtan hızla çıkmış gibi görünüyordu. |
He enfolded his Della. | Della'sını kucağına aldı. |
For ten seconds let us regard with discreet scrutiny some inconsequential object in the other direction. | On saniye boyunca diğer yöndeki önemsiz bir nesneyi ihtiyatlı bir dikkatle inceleyelim. |
Eight dollars a week or a million a year - what is the difference? | Haftada sekiz dolar ya da yılda bir milyon - fark nedir? |
A mathematician or a wit would give you the wrong answer. | Bir matematikçi ya da bir zeka size yanlış cevabı verecektir. |
The magi brought valuable gifts, but that was not among them. | Büyücüler değerli hediyeler getirmişlerdi ama bu onların arasında değildi. |
This dark assertion will be illuminated later on. | Bu karanlık iddia daha sonra aydınlatılacaktır. |
Jim drew a package from his overcoat pocket and threw it upon the table. | Jim paltosunun cebinden bir paket çıkarıp masanın üzerine attı. |
'Don't make any mistake, Dell,' he said, 'about me. I don't think there's anything in the way of a haircut or a shave or a shampoo that could make me like my girl any less. But if you'll unwrap that package you may see why you had me going awhile at first.' | “Benim hakkımda hata yapma Dell” dedi. |
White fingers and nimble tore at the string and paper. | Çevik bir şekilde beyaz parmaklarıyla ipi ve kağıdı yırttı. |
And then an ecstatic scream of joy; and then, alas! a quick feminine change to hysterical tears and wails, necessitating the immediate employment of all the comforting powers of the lord of the flat. | Ve ardından coşkulu bir sevinç çığlığı ve sonra ne yazık ki histerik gözyaşlarına ve feryatlara hızlı bir kadınsı değişim. |
For there lay The Combs - the set of combs, side and back, that Della had worshipped for long in a Broadway window. | Daire sahibinin tüm rahatlatıcı güçlerinin derhal kullanılmasını gerektiriyordu. |
Beautiful combs, pure tortoiseshell, with jewelled rims - just the shade to wear in the beautiful vanished hair. | Paketin içerisinde taraklar vardı. |
They were expensive combs, she knew, and her heart had simply craved and yearned over them without the least hope of possession. | Bu taraklar Della'nın bir Broadway vitrininde uzun süre tapınarak baktığı yan ve arka tarak setine aitti. |
And now they were hers, but the tresses that should have adorned the coveted adornments were gone. | Kaybolmuş güzel saçlara takılacak gölge misali saf kaplumbağa kabuğundan kenarları mücevherlerle süslü güzel taraklar. |
But she hugged them to her bosom, and at length she was able to look up with dim eyes and a smile and say: 'My hair grows so fast, Jim!' | Bunların pahalı taraklar olduğunu biliyordu ve kalbi en ufak bir sahip olma umudu olmadan onları arzulamış ve arzulamıştı. |
And then Della leaped up like a little singed cat and cried, 'Oh, oh!' | Artık onlar onundu ama imrenilen süsleri süslemesi gereken bukleler gitmişti. |
Jim had not yet seen his beautiful present. | Della tarakları göğsüne bastırdı ve sonunda donuk gözlerle ve gülümsemeyle bakıp şunu söyleyebildi: “Saçlarım çok hızlı uzuyor, Jim!” |
The dull precious metal seemed to flash with a reflection of her bright and ardent spirit. | Ardından Della yanmış küçük bir kedi gibi sıçradı ve “Ah, ah!” diye bağırdı. |
'Isn't it a dandy, Jim? | Jim henüz güzel hediyesini görmemişti. |
I hunted all over town to find it. | Açık avucunun üzerinde hevesle onu ona uzattı. |
You'll have to look at the time a hundred times a day now. | Donuk değerli metal onun parlak ve ateşli ruhunun bir yansımasıyla parlıyor gibiydi. |
Give me your watch. | “Çok hoş değil mi, Jim? Onu bulmak için şehrin her yerini aradım. Artık günde yüzlerce kez saate bakman gerekecek. Saatini bana ver. Üzerinde nasıl göründüğünü görmek istiyorum.” |
Instead of obeying, Jim tumbled down on the couch and put his hands under the back of his head and smiled. | Jim itaat etmek yerine kanepeye çöktü, ellerini başının arkasına koydu ve gülümsedi. |
'Dell,' said he, 'let's put our Christmas presents away and keep 'em awhile. They're too nice to use just at present. I sold the watch to get the money to buy your combs. And now suppose you put the chops on.' | “Noel hediyelerimizi bir kenara koyup bir süre saklayalım. Şu anda kullanılamayacak kadar güzeller. Tarağını alacak parayı bulmak için saati sattım. Şimdi de pirzolaları taktığınızı varsayalım.” |
The magi, as you know, were wise men - wonderfully wise men - who brought gifts to the Babe in the manger. | Bildiğiniz gibi büyücüler, yemlikteki bebeğe hediyeler getiren olağanüstü bilge adamlardı. |
They invented the art of giving Christmas presents. | Noel hediyesi verme sanatını icat ettiler. |
Being wise, their gifts were no doubt wise ones, possibly bearing the privilege of exchange in case of duplication. | Bilge olduklarına göre, onların armağanları şüphesiz akıllıcaydı ve muhtemelen kopyalanması durumunda takas ayrıcalığını taşıyordu. |
And here I have lamely related to you the unevent ful chronicle of two foolish children in a flat who most unwisely sacrificed for each other the greatest treasures of their house. | Ve burada size, bir apartman dairesinde evlerinin en büyük hazinelerini birbirleri için son derece akılsızca feda eden iki aptal çocuğun olaysız öyküsünü yetersiz bir şekilde anlattım. |
But in a last word to the wise of these days, let it be said that of all who give gifts these two were the wisest. | Ama günümüzün bilgelerine son söz olarak şunu söyleyelim ki, hediye verenler arasında en bilge olanlar bu ikisiydi. |
Of all who give and receive gifts, such as they are wisest. | Hediye veren ve alan herkes arasında en bilge olanlar onlar gibiydi. |
Everywhere they are wisest. | Her yerde onlar en bilgedir. |
They are the magi. | Onlar büyücülerdir. |
II | II |
A Cosmopolite in a Café | Kafede Bir Kozmopolit |
AT MIDNIGHT THE CAFÉ was crowded. | Gece yarısın kafe kalabalıktı. |
By some chance the little table at which I sat had escaped the eye of incomers, and two vacant chairs at it extended their arms with venal hospitality to the influx of patrons. | Şans eseri, oturduğum küçük masa gelenlerin gözünden kaçmıştı ve oradaki iki boş sandalye, müşteri akınına karşı rüşvetli bir konukseverlikle kollarını uzatmıştı. |
And then a cosmopolite sat in one of them, and I was glad, for I held a theory that since Adam no true citizen of the world has existed. | Ve sonra bunlardan birine bir kozmopolit oturdu ve buna sevindim. |
We hear of them, and we see foreign labels on much luggage, but we find travellers instead of cosmopolites. | Bunları duyuyoruz ve birçok bagajın üzerinde yabancı etiketler görüyoruz, ancak kozmopolitlerin yerine gezginleri buluyoruz. |
I invoke your consideration of the scene - the marble-topped tables, the range of leather- upholstered wall seats, the gay com pany, the ladies dressed in demi-state toilets, speaking in an exquisite visible chorus of taste, economy, opulence or art, the sedulous and largess-loving garçons, the music wisely catering to all with its raids upon the composers; the mélange of talk and laughter - and, if you will, the Würzburger in the tall glass cones that bend to your lips as a ripe cherry sways on its branch to the beak of a robber jay. | Sahneyi göz önünde bulundurmanızı rica ediyorum - mermer kaplı masalar, deri döşemeli duvar koltukları, eşcinsel topluluğu, yarı-resmi tuvalet giymiş, zevk, ekonomi, zenginlik veya sanatın zarif bir görünür korosuyla konuşan kadınlar, çalışkan ve cömertliği seven garçonlar, bestecilere baskın yaparak akıllıca herkese hitap eden müzik; konuşma ve kahkaha karışımı - ve dilerseniz, olgun bir kirazın dalında hırsız alakarganın gagasına doğru sallanması gibi dudaklarınıza doğru eğilen uzun cam külahların içindeki Würzburger. |
I was told by a sculptor from Mauch Chunk that the scene was truly Parisian. | Mauch Chunk'tan bir heykeltıraş bana bu sahnenin gerçekten Paris'e özgü olduğunu söyledi. |
My cosmopolite was named E. Rushmore Coglan, and he will be heard from next summer at Coney Island. | Kozmopolitimin adı E. Rushmore Coglan'dı ve önümüzdeki yaz Coney Adası'ndan ondan haber alınacak. |
He is to establish a new 'attraction' there, he informed me, offering kingly diversion. | Orada yeni bir 'cazibe merkezi' kuracağını bana bildirdi ve krallara yakışır bir eğlence teklif etti. |
And then his conversation rang along parallels of latitude and lon gitude. | Ve sonra konuşması enlem ve boylam paralellikleri üzerinden çınladı. |
He took the great, round world in his hand, so to speak, familiarly, contemptuously, and it seemed no larger than the seed of a Maraschino cherry in a table-d'hôte grape fruit. | Kocaman, yuvarlak dünyayı, tabiri caizse tanıdık, küçümseyici bir tavırla eline aldı. |
He spoke dis respectfully of the equator, he skipped from continent to conti nent, he derided the zones, he mopped up the high seas with his napkin. | Dünya sanki tabldot üzüm meyvesindeki Maraschino kirazının çekirdeğinden daha büyük görünmüyordu. |
With a wave of his hand he would speak of a certain bazaar in Hyderabad. | Ekvatordan saygısızca bahsetti, kıtadan kıtaya atladı, bölgelerle alay etti, açık denizleri peçetesiyle sildi. |
He would have you on skis in Lap land. | Elini sallayarak Haydarabad'daki belli bir çarşıdan bahsedecekti. |
Zip! | Seni Lap diyarında kayaklara bindirecekti. |
Now you rode the breakers with the Kanakas at Kealaikahiki. | Şimdi Kealaikahiki'de Kanaka'larla birlikte kırıcılara bindiniz. |
Presto! | Presto! |
He dragged you through an Arkansas post- oak swamp, let you dry for a moment on the alkali plains of his Idaho ranch, then whirled you into the society of Viennese arch dukes. | Sizi Arkansas'taki meşe sonrası bataklığa sürükledi, Idaho çiftliğinin alkali düzlüklerinde bir an kurumaya bıraktı, sonra sizi Viyana baş düklerinin sosyetesine soktu. |
Anon he would be telling you of a cold he acquired in a Chicago lake breeze and how old Escamila cured it in Buenos Ayres with a hot infusion of the chuchula weed. | Biraz sonra size Chicago Gölü melteminde kaptığı soğuk algınlığını ve yaşlı Escamila'nın bu hastalığı Buenos Ayres'te chuchula otunun sıcak bir karışımıyla nasıl iyileştirdiğini anlatacaktı. |
You would have addressed the letter to 'E. Rushmore Coglan, Esq., the Earth, Solar System, the Universe,' and have mailed it, feeling confident that it would be delivered to him. | Sen ona mektup göndersen mektubun gideceğinden emin olarak adres olarak “'E.Rushmore Coglan, Esq., Dünya, Güneş Sistemi, Evren' yazabilirdin. |
I was sure that I had at last found the one true cosmopolite since Adam, and I listened to his world-wide discourse fearful lest I should discover in it the local note of the mere globe-trotter. | Sonunda Adem'den bu yana tek gerçek kozmopoliti bulduğumdan emindim ve onun dünya çapındaki konuşmasını, içinde sadece dünyayı dolaşanların yerel notasını keşfederim diye korkuyla dinledim. |
But his opinions never fluttered or drooped; he was as impartial to cities, countries and continents as the winds or gravitation. | Ancak fikirleri hiçbir zaman dalgalanmadı ya da sarkmadı; şehirlere, ülkelere ve kıtalara karşı rüzgarlar ya da yerçekimi kadar tarafsızdı. |
And as E. Rushmore Coglan prattled of this little planet I thought with glee of a great almost- cosmopolite who wrote for the whole world and dedicated himself to Bombay. | E. Rushmore Coglan bu küçük gezegen hakkında gevezelik ederken ben de neşeyle tüm dünya adına yazan ve kendisini Bombay'a adayan neredeyse kozmopolit bir insanı düşündüm. |
In a poem he has to say that there is pride and rivalry between the cities of the earth, and that 'the men that breed from them, they traffic up and down, but cling to their cities' hem as a child to the mother's gown. | Bir şiirinde, dünyadaki şehirler arasında gurur ve rekabet olduğunu ve onlardan doğan erkeklerin, bir aşağı bir yukarı dolaştıklarını, ancak şehirlerine bir çocuğun annesinin elbisesine yapıştığı gibi bağlandıklarını söyledi. |
' And whenever they walk 'by roaring streets unknown' they remember their native city 'most faithful, foolish, fond; making her mere-breathed name their bond upon their bond.' | Ve ne zaman bilinmeyen gürleyen sokaklarda yürüseler, kendi memleketlerini en sadık, en aptal, en düşkün olarak hatırlarlar. |
And my glee was roused because I had caught Mr. Kipling napping. | Ardından Bay Kipling'i uyuklarken yakaladığım için neşem daha da arttı. |
Here I had found a man not made from dust; one who had no narrow boasts of birthplace or country, one who, if he bragged at all, would brag of his whole round globe against the Martians and the inhabitants of the Moon. | Burada topraktan yapılmamış bir adam bulmuştum. |
Expression on these subjects was precipitated from E. Rush- more Coglan by the third corner to our table. | Bu konulardaki açıklamalar E. Rushmore Coglan'ın üçüncü köşesinden masamıza geldi. |
While Coglan was describing to me the topography along the Siberian Railway the orchestra glided into a medley. | Coglan bana Sibirya Demiryolunun topoğrafyasını anlatırken orkestra karışıklığa doğru süzüldü. |
The concluding air was 'Dixie,' and as the exhilarating notes tumbled forth they were almost over powered by a great clapping of hands from almost every table. | Kapanış havası 'Dixie' idi ve canlandırıcı notalar duyulurken neredeyse her masadan gelen el çırpmalarıyla neredeyse daha da güçleniyorlardı. |
It is worth a paragraph to say that this remarkable scene can be witnessed every evening in numerous cafés in the City of New York. | Bu dikkat çekici manzaraya New York şehrinin pek çok kafesinde her akşam şahit olunabileceğini söylemekte bir paragraf fayda var. |
Tons of brew have been consumed over theories to account for it. | Bunu açıklamak için teoriler üzerine tonlarca bira tüketildi. |
Some have conjectured hastily that all Southerners in town hie themselves to cafés at nightfall. | Bazıları aceleyle kasabadaki tüm Güneylilerin akşam vakti kafelere saklandığını tahmin etti. |
This applause of the 'rebel' air in a Northern city does puzzle a little; but it is not insolvable. | Kuzeydeki bir şehirde 'isyancı' havanın bu alkışı biraz kafa karıştırıyor; ama çözülemez değil. |
The war with Spain, many years' generous mint and water-melon crops, a few long-shot winners at the New Orleans race-track, and the brilliant banquets given by the Indiana | İspanya'yla yapılan savaş, yıllar süren cömert nane ve karpuz mahsulleri, New Orleans yarış pistinde uzun yarış kazanan ve Kuzey Carolina Topluluğu'nu oluşturan Indiana ve Kansas vatandaşlarının verdiği muhteşem ziyafetler, Güney’i Manhattan'da bir 'moda' ikonu haline getirdi. |
Your manicure will lisp softly that your left forefinger reminds her so much of a gentleman's in Rich mond, Va. | Manikürün yumuşak bir şekilde peltek ses çıkaracak ve sol işaret parmağın ona Richmond’daki bir beyefendininkini hatırlatacak. |
Oh, certainly; but many a lady has to work now - the war, you know. | Ama artık pek çok hanımın çalışması gerekiyor; savaş, biliyorsun. |
When 'Dixie' was being played a dark-haired young man sprang up from somewhere with a Mosby guerrilla yell and waved frantically his soft-brimmed hat. | Dixie' oynanırken, koyu saçlı bir genç adam bir Mosby gerillasının bağırmasıyla bir yerden fırladı ve yumuşak kenarlı şapkasını çılgınca salladı. |
Then he strayed through the smoke, dropped into the vacant chair at our table and pulled out cigarettes. | Sonra dumanın arasından geçip masamızdaki boş sandalyeye atladı ve sigarasını çıkardı. |
The evening was at the period when reserve is thawed. | Akşam rezervin çözüldüğü dönemdeydi. |
One of us mentioned three Würzburgers to the waiter; the dark-haired young man acknowledged his inclusion in the order by a smile and a nod. | İçimizden biri garsona üç Würzburger'den bahsetti; koyu saçlı genç adam bir gülümseme ve başını sallayarak tarikata dahil olduğunu kabul etti. |
I hastened to ask him a question because I wanted to try out a theory I had. | Ona bir soru sormak için acele ettim çünkü sahip olduğum bir teoriyi denemek istiyordum. |
'Would you mind telling me,' I began, 'whether you are from - ' | “Bana söyler misiniz?” diye başladım, “Nereli olup olmadığınızı...”. |
The fist of E. Rushmore Coglan banged the table and I was jarred into silence. | E. Rushmore Coglan'ın yumruğu masaya çarptı ve ben sessizliğe gömüldüm. |
'Excuse me,' said he, 'but that's a question I never like to hear asked. What does it matter where a man is from? Is it fair to judge a man by his post-office address? Why, I've seen Kentuckians who hated whisky, Virginians who weren't descended from Pocahon tas, Indianians who hadn't written a novel, Mexicans who didn't wear velvet trousers with silver dollars sewed along the seams, funny Englishmen, spendthrift Yankees, cold-blooded Southern ers, narrow-minded Westerners, and New Yorkers who were too busy to stop for an hour on the street to watch a one-armed grocer's clerk do up cranberries in paper bags. Let a man be a man and don't handicap him with the label of any section.' | “Ama bu sorulmasını duymaktan hiç hoşlanmadığım bir soru. Bir erkeğin nereli olduğunun ne önemi var? Bir adamı postane adresine göre yargılamak adil mi? Viskiden nefret eden Kentuckyalıları, Pocahontas soyundan gelmeyen Virginialıları, roman yazmayan Hintlileri, dikişlerine gümüş dolarlar dikilmiş kadife pantolon giymeyen Meksikalıları, komik İngilizleri, müsrifleri gördüm. Yankee'ler, soğukkanlı Güneyliler, dar görüşlü Batılılar ve sokakta bir saat durup tek kollu bir bakkal tezgâhtarının kese kağıdına kızılcık hazırlamasını izleyemeyecek kadar meşgul olan New Yorklular. Adam adam olsun ve onu hiçbir kesimin etiketiyle engellemeyin.” |
'Pardon me,' I said, 'but my curiosity was not altogether an idle one. I know the South, and when the band plays "Dixie" I like to observe. I have formed the belief that the man who applauds that air with special violence and ostensible sectional loyalty is invari ably a native of either Secaucus, N.J., or the district between Murray Hill Lyceum and the Harlem River, this city. I was about to put my opinion to the test by inquiring of this gentleman when you interrupted with your own - larger theory, I must confess.' | “Ama merakım tümüyle boş bir merak değildi. Güney’i tanıyorum ve grup "Dixie"yi çaldığında gözlemlemeyi seviyorum. Bu havayı özel bir şiddetle ve görünüşte bölgesel sadakatle alkışlayan adamın, her zaman Secaucus, NJ'nin ya da Murray Hill Lyceum ile Harlem Nehri arasındaki bölgenin, bu şehrin yerlisi olduğu inancını oluşturdum. Ben bu beyefendiye soru sorarak fikrimi teste tabi tutmak üzereydim ki siz kendi -daha büyük teorinizi itiraf etmeliyim ki- yarıda kestiniz.” |
And now the dark-haired young man spoke to me, and it became evident that his mind also moved along its own set of grooves. | Ve şimdi siyah saçlı genç adam benimle konuştu ve zihninin de kendi çizgileri boyunca hareket ettiği açıkça ortaya çıktı. |
'I should like to be a periwinkle,' said he, mysteriously, 'on the top of a valley, and sing too-ralloo- ralloo.' | “Bir vadinin tepesinde deniz salyangozu olmayı ve çok-ralloo-ralloo şarkısını söylemeyi isterdim” dedi gizemli bir şekilde. |
This was clearly too obscure, so I turned again to Coglan. | Bu açıkça çok belirsizdi, bu yüzden tekrar Coglan'a döndüm. |
'I've been around the world twelve times,' said he. | “Dünyanın çevresini on iki kez dolaştım” dedi. |
'I know an Esquimau in Upernavik who sends to Cincinnati for his neckties, and I saw a goat-herder in Uruguay who won a prize in a Battle Creek breakfast-food puzzle competition. I pay rent on a room in Cairo, Egypt, and another in Yokohama all the year round. I've got slippers waiting for me in a tea-house in Shanghai, and I don't have to tell 'em how to cook my eggs in Rio de Janeiro or Seattle. It's a mighty little old world. What's the use of bragging about being from the North, or the South, or the old manor-house in the dale, or Euclid Avenue, Cleveland, or Pike's Peak, or Fairfax County, Va., or Hooligan's Flats or any place? It'll be a better world when we quit being fools about some mildewed town or ten acres of swampland just because we happened to be born there.' | “Upernavik'te kravatlarını almak için Cincinnati'ye gönderen bir Esquimau tanıyorum ve Uruguay'da Battle Creek kahvaltı-yemek bulmaca yarışmasında ödül kazanan bir keçi çobanı gördüm. Tüm yıl boyunca Kahire, Mısır ve Yokohama'da bir odanın kirasını ödüyorum. Şangay'daki bir çay evinde beni bekleyen terliklerim var ve onlara Rio de Janeiro ya da Seattle'da yumurtalarımı nasıl pişireceklerini anlatmak zorunda değilim. Bu çok küçük, eski bir dünya. Kuzeyden, Güney'den, vadideki eski malikanede, Euclid Bulvarı, Cleveland'dan, Pike's Peak'ten, Fairfax County, Va'dan, Hooligan's Flats'ten ya da herhangi bir yerden olmakla övünmenin ne anlamı var? Sırf orada doğduk diye küflenmiş bir kasaba ya da on dönümlük bir bataklık konusunda aptal olmayı bıraktığımızda daha iyi bir dünya olacak.” |
'You seem to be a genuine cosmopolite,' I said admiringly. | “Ama aynı zamanda vatanseverliği de kınayacaksın gibi görünüyor.” |
'But it also seems that you would decry patriotism.' | Coglan sıcak bir tavırla "Taş devrinden kalma bir kalıntı" dedi. |
'A relic of the stone age,' declared Coglan warmly. | ”Hepimiz kardeşiz; Çinliler, İngilizler, Zuluslar, Patagonyalılar ve Kaw Nehri'nin kıvrımındaki insanlar. |
'We are all brothers - Chinamen, Englishmen, Zulus, Patagonians, and the people in the bend of the Kaw River. Some day all this petty pride in one's city or state or section or country will be wiped out, and we'll all be citizens of the world, as we ought to be.' | Bir gün, birinin şehrine, eyaletine, bölümüne veya ülkesine duyduğu bu küçük gurur yok olacak ve hepimiz olması gerektiği gibi dünya vatandaşları olacağız. |
'But while you are wandering in foreign lands,' I persisted, 'do not your thoughts revert to some spot - some dear and - ' | Acil Servis Coglan küstahça, "Hiçbir yer yok" diye sözümü kesti. |
'Nary a spot,' interrupted E. R. Coglan flippantly. | Bu ülkenin yurt dışında nesneye bağımlı pek çok vatandaşıyla tanıştım. |
'The terres trial, globular, planetary hunk of matter, slightly flattened at the poles, and known as the Earth, is my abode. I've met a good many object-bound citizens of this country abroad. I've seen men from Chicago sit in a gondola in Venice on a moonlight night and brag about their drainage canal. I've seen a Southerner on being intro duced to the King of England hand that monarch, without batting his eyes, the information that his grandaunt on his mother's side was related by marriage to the Perkinses, of Charleston. I knew a New Yorker who was kidnapped for ransom by some Afghanistan bandits. His people sent over the money and he came back to Kabul with the agent. "Afghanistan?" the natives said to him through an interpreter. "Well, not so slow, do you think?" "Oh, I don't know," says he, and he begins to tell them about a cab-driver at Sixth Avenue and Broadway. Those ideas don't suit me. I'm not tied down to anything that isn't 8,000 miles in diameter. Just put me down as E. Rushmore Coglan, citizen of the terrestrial sphere.' | Chicagolu adamların ay ışığının aydınlattığı bir gecede Venedik'te bir gondolda oturup kanalizasyon kanallarıyla övündüklerini gördüm. |
My cosmopolite made a large adieu and left me, for he thought that he saw someone through the chatter and smoke whom he knew. | Afganistanlı haydutlar tarafından fidye için kaçırılan bir New Yorkluyu tanıyordum. |
So I was left with the would-be periwinkle, who was reduced to Würzburger without further ability to voice his aspirations to perch, melodious, upon the summit of a valley. | Adamları parayı gönderdiler ve o da ajanla birlikte Kabil'e geri döndü. |
I sat reflecting upon my evident cosmopolite and wondering how the poet had managed to miss him. | "Peki, sence o kadar yavaş değil değil mi?" |
He was my discovery and I believed in him. | “Ah, bilmiyorum" diyor ve onlara Altıncı Cadde ve Broadway'deki bir taksi şoföründen bahsetmeye başlıyor. |
How was it? | “Bu fikirler bana uymuyor. |
'The men that breed from them they traffic up and down, but cling to their cities' hem as a child to the mother's gown. | Çapı 8000 mil olmayan hiçbir şeye bağlı değilim. |
Not so E. Rushmore Coglan. | Beni karasal kürenin vatandaşı E. Rushmore Coglan olarak adlandırın. |
With the whole world for his - | Kozmopolitim büyük bir veda edip yanımdan ayrıldı, çünkü gevezelik ve sigara dumanı arasında tanıdığı birini gördüğünü sanmıştı. |
My meditations were interrupted by a tremendous noise and conflict in another part of the café. | Böylece; bir vadinin zirvesine melodik bir şekilde tüneme isteklerini daha fazla dile getiremeden Würzburger'e indirgenmiş olan sözde deniz salyangozu ile baş başa kaldım. |
I saw above the heads of the seated patrons E. Rushmore Coglan and a stranger to me engaged in terrific battle. | Oturup bariz kozmopolitliğimi düşündüm ve şairin onu nasıl gözden kaçırdığını merak ettim. |
They fought between the tables like Titans, and glasses crashed, and men caught their hats up and were knocked down, and a brunette screamed, and a blonde began to sing | “Nasıl oldu? Onlardan üreyen erkekler bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlar, ama çocukken annelerinin elbisesine yapıştıkları gibi şehirlerinin eteklerine de sarılıyorlar.” |
'Teas ing. | Bütün dünya onun için- |
My cosmopolite was sustaining the pride and reputation of the Earth when the waiters closed in on both combatants with their famous flying wedge formation and bore them outside, still resist ing. | Kafenin başka bir yerindeki muazzam bir gürültü ve çatışma nedeniyle meditasyonlarım kesintiye uğradı. |
I called McCarthy, one of the French garçons, and asked him the cause of the conflict. | Masaların arasında Titanlar gibi savaştılar ve bardaklar kırıldı, adamlar şapkalarını kaldırıp yere düştüler, bir esmer çığlık attı ve bir sarışın "Teas ing ing" şarkısını söylemeye başladı. |
'The man with the red tie'(that was my cosmopolite), saidhe, 'got hot on account of things said about the bum sidewalksand water supply of the place he come from by the other guy. | Garsonlar meşhur uçan takoz formasyonlarıyla her iki savaşçının da üzerine yaklaşıp onları hâlâ direnerek dışarı çıkarırken, benim kozmopolitim Dünya'nın gururunu ve itibarını sürdürüyordu. |
'Why,' said I, bewildered, 'that man is a citizen of the world - a cosmopolite. H e - ''Originally from Mattawamkeag, Maine, he said,' continued McCarthy, 'and he wouldn't stand for no knockin' the place. | “Kırmızı kravatlı adam (bu benim kozmopolitimdi) diğer adamın geldiği yerin kaldırımları ve su kaynakları hakkında söylediği şeyler yüzünden sinirlendi” dedi. |
III | “Bu adam bir dünya vatandaşı, bir kozmopolit. |
Between Rounds | O – “ |
THE MAY MOON SHONE BRIGHT upon the private boarding-house of Mrs. Murphy. | “Aslen Mattawamkeag, Maine'den olduğunu söyledi” diye devam etti McCarthy ve buranın çalınmasına asla dayanamaz. |
By reference to the almanac a large amount of territory will be discovered upon which its rays also fell. | Turlar Arasında |
Spring was in its heyday, with hay fever soon to follow. | Almanak'a atıfta bulunarak, ışınlarının da üzerine düştüğü büyük miktarda bölge keşfedilecektir. |
The parks were green with new leaves and buyers for the Western and Southern trade. | Bahar en parlak dönemini yaşıyordu ve bunu yakında saman nezlesi takip edecekti. |
Flowers and summer-resort agents were blowing; the air and answers to Lawson were growing milder; hand-organs, foun tains and pinochle were playing everywhere. | Parklar, Batı ve Güney ticaretine yönelik yeni yapraklar ve alıcılarla yeşillendi. |
The windows of Mrs. Murphy's boarding-house were open. | Her yerde el orgları, pınarlar ve iskambil oyunu sesleri geliyordu. |
A group of boarders were seated on the high stoop upon round, flat mats like German pancakes. | Bayan Murphy'nin pansiyonunun pencereleri açıktı. |
In one of the second-floor front windows M rs. | İkinci katın ön pencerelerinden birinde Bayan McCaskey kocasını bekliyordu. |
McCaskey awaited her husband. | Akşam yemeği masada soğuyordu. |
Supper was cooling on the table. | Yemeğin sıcaklığı Bayan McCaskey'nin içini ısıttı. |
Its heat went into Mrs. McCaskey. | Dokuzda Bay McCaskey geldi. |
At nine Mr. McCaskey came. | Ceketini kolunda, piposunu dişlerinin arasında taşıyordu. |
He carried his coat on his arm and his pipe in his teeth; and he apologized for disturbing the boarders on the steps as he selected spots of stone between them on which to set his size 9, width Ds. | 9 numara Ds genişliğini yerleştirmek için aralarına taş noktalar seçerken merdivenlerdeki yatılıları rahatsız ettiği için özür diledi. |
As he opened the door of his room he received a surprise. | Kaçması için her zamanki ocak kapağı veya patates ezici yerine sadece kelimeler geldi. |
Instead of the usual stove-lid or potato-masher for him to dodge, came only words. | Bay McCaskey, iyi huylu Mayıs ayının eşinin göğsünü yumuşattığını düşünüyordu. |
Mr. McCaskey reckoned that the benign May moon had soft ened the breast of his spouse. | 'Seni duydum' mutfak gereçlerinin yerine sözlü olarak geldi. |
'I heard ye,' came the oral substitutes for kitchenware. | 'Elverişsiz ayaklarınızı elbiselerinin kuyruklarına bastığınız için sokaklardaki ayaktakımından özür dileyebilirsiniz, ama karınızın boynuna basıp yürürsünüz. |
'Ye can apollygize to riff-raff of the streets for settin' yer unhandy feet on the tails of their frocks, but ye'd walk on the neck of yer wife the length of a clothes-line without so much as a "Kiss me fut," and I'm sure, it's that long from rubberin' out the windy for ye and the victuals cold such as there's money to buy after drinkin' up yer wages at Gallegher's every Saturday evenin', and the gas man here twice to-day for his. | "Beni öp" diyen bir çamaşır ipi uzunluğunda ve eminim, sizin için rüzgarı savuşturmak ve maaşınızı harcadıktan sonra satın alacak paranız olması gibi erzakların soğuk olması da o kadar uzundur her cumartesi akşamı Gallegher'daydı ve gazcı da bugün iki kez buradaydı. |
'Woman!' said Mr. McCaskey, dashing his coat and hat upon a chair, 'the noise of ye is an insult to me appetite. When ye run down politeness ye take the mortar from between the bricks of the foundations of society. 'Tis no more than exercisin' the acrimony of a gentleman when ye ask the dissent of ladies blockin' the way for steppin' between them. | ” dedi Bay McCaskey, ceketini ve şapkasını sandalyenin üzerine fırlatırken, 'gürültünüz iştahımı kırıyor. |
Will ye bring the pig's face of ye out of the windy and see to the food?' | Bu, aralarına girmenin yolunu tıkayan hanımların muhalefetini sorduğunuzda bir beyefendinin sert tavrını sergilemekten başka bir şey değil. |
Mrs. McCaskey arose heavily and went to the stove. | Domuz yüzünü rüzgardan çıkarıp yemeğe bakacak mısın? |
There was something in her manner that warned Mr. McCaskey. | Bayan McCaskey ağır ağır ayağa kalktı ve ocağa gitti. |
When the corners of her mouth went down suddenly like a barometer it usually foretold a fall of crockery and tinware. | Onun tavrında Bay McCaskey'i uyaran bir şeyler vardı. |
'Pig's face, is it?' said Mrs. McCaskey, and hurled a stewpan full of bacon and turnips at her lord. | 'Domuzun yüzü, öyle mi?' dedi Bayan McCaskey ve efendisine pastırma ve şalgamla dolu bir güveç fırlattı. |
Mr. McCaskey was no novice at repartee. | Bay McCaskey hazır cevap verme konusunda acemi değildi. |
He knew what should follow the entree. | Antrenin ardından ne gelmesi gerektiğini biliyordu. |
On the table was a roast sirloin of pork, gar nished with shamrocks. | Masanın üzerinde yoncalarla süslenmiş kızarmış domuz filetosu vardı. |
He retorted with this, and drew the appropriate return of a bread pudding in an earthen dish. | Buna karşılık verdi ve toprak bir tabaktaki ekmek pudinginin uygun karşılığını çizdi. |
A hunk of Swiss cheese accurately thrown by her husband struck Mrs. McCaskey below one eye. | Kocasının isabetli bir şekilde fırlattığı bir parça İsviçre peyniri Bayan McCaskey'nin bir gözünün altına çarptı. |
When she replied with a well- aimed coffee-pot full of a hot, black, semi-fragrant liquid the battle, according to courses, | Sıcak, siyah, yarı hoş kokulu bir sıvıyla dolu, iyi hedeflenmiş bir kahve demliğiyle yanıt verdiğinde, derse göre savaşın sona ermesi gerekirdi. |
should have ended. | Ama Bay McCaskey 50 sentlik tabldot değildi. |
But Mr. McCaskey was no 50 cent table d'hôter. | Ucuz Bohemyalılar isterlerse kahveyi son olarak görsünler. |
Let cheap Bohemians consider coffee the end, if they would. | İsterlerse pot kırsınlar. |
Let them make that faux pas. | Hala daha kurnazdı. |
He was foxier still. | Parmak çanakları onun deneyiminin ötesinde değildi. |
Finger-bowls were not beyond the compass of his experience. | Murphy Pansiyon'da bunlara yer verilmemeliydi; ama eşdeğeri elimizdeydi. |
They were not to be had in the Pension Murphy; but their equivalent was at hand. | Zaferle, granit lavaboyu evlilikteki rakibinin başına gönderdi. |
Triumphantly he sent the granite-ware wash-basin at the head of his matrimo nial adversary. | Bayan McCaskey zamanında kaçtı. |
Mrs. McCaskey dodged in time. | Bir nevi samimi bir davranış olarak, gastronomi düellosunu sona erdirmeyi umduğu bir yassı ütüye uzandı. |
She reached for a flat-iron, with which, as a sort of cordial, she hoped to bring the gastronomical duel to a close. | Ancak merdivenlerden aşağı inen yüksek, feryatlı bir çığlık, hem onun hem de Bay McCaskey'nin bir tür gönülsüz ateşkes içinde duraklamasına neden oldu. |
But a loud, wailing scream down stairs caused both her and Mr. McCaskey to pause in a sort of involuntary armistice. | Evin köşesindeki kaldırımda Polis Memuru Cleary tek kulağını kaldırmış ayakta duruyor, ev eşyalarının çarpma sesini dinliyordu. |
On the sidewalk at the corner of the house Policeman Cleary was standing with one ear upturned, listening to the crash of household utensils. | Polis memuru "Jawn McCaskey ve karısı yine iş başında" diye düşündü. |
' ' | Ben yapmam. |
T i s Jawn McCaskey and his missus at it again,' meditated the policeman. | Evli insanlar onlar ve çok az zevkleri var. |
'I wonder shall I go up and stop the row. I will not. Married folks they are; and few pleasures they have. 'Twill not last long. Sure, they'll have to borrow more dishes to keep it up with.' | Uzun sürmeyecek. |
And just then came the loud scream below-stairs, betokening fear or dire extremity. | Tam o sırada merdivenlerin altından korkuyu ya da korkunç bir durumu işaret eden yüksek bir çığlık geldi. |
' 'Tis probably the cat,' said Policeman Cleary, and walked hastily in the other direction. | Polis Memuru Cleary, "Muhtemelen kedidir" dedi ve aceleyle diğer yöne doğru yürüdü. |
The boarders on the steps were fluttered. | Basamaklardaki yatılılar kanat çırpıyordu. |
Mr. Toomey, an insurance solicitor by birth and an investigator by profession, went inside to analyse the scream. | Doğuştan sigorta avukatı ve mesleği müfettiş olan Bay Toomey, çığlığı analiz etmek için içeri girdi. |
He returned with the news that Mrs. Murphy's little boy Mike was lost. | Bayan Murphy'nin küçük oğlu Mike'ın kaybolduğu haberiyle geri döndü. |
Following the messenger, out bounced Mrs. Murphy - two hundred pounds in tears and hysterics, clutching the air and howling to the sky for the loss of thirty pounds of freckles and mischief. | Habercinin ardından Bayan Murphy dışarı fırladı; iki yüz poundluk gözyaşları ve histeriklik içinde, havayı tutarak ve otuz poundluk çillerden ve haylazlıktan kurtulmak için gökyüzünü tutuyordu. |
Bathos, truly; but Mr. Toomey sat down at the side of Miss Purdy, milliner, and their hands came together in sympathy. | Gerçekten gülünç bir durumdu. |
The two old maids, Misses Walsh, who complained every day about the noise in the halls, inquired immediately if anybody had looked behind the clock. | İki yaşlı hizmetçi, her gün koridorlardaki gürültüden şikâyet eden Bayan Walsh saatin arkasından bakan oldu mu diyerek etrafı incelediler. |
Major Grigg, who sat by his fat wife on the top step, arose and buttoned his coat. | En üst basamakta şişman karısının yanında oturan Binbaşı Grigg ayağa kalkıp ceketinin düğmelerini ilikledi. |
'The little one lost?' he exclaimed. | 'Küçük olan mı kaybetti?' diye bağırdı. |
'I will scour the city.' | 'Şehri tarayacağım. |
His wife never allowed him out after dark. | 'Karısı onun hava karardıktan sonra dışarı çıkmasına asla izin vermiyordu. |
But now she said: 'Go, Ludovic!' in a baritone voice. | Ama şimdi şöyle dedi: 'Git, Ludovic!' dedi bariton bir sesle. |
'Whoever can look upon that mother's grief without springing to her relief has a heart of stone.' 'Give me some thirty or - sixty cents, my love,' said the Major. | 'Kim o annenin acısını, onun rahatlamasına yardım etmiyorsa taş kalpli demektir. |
'Lost children sometimes stray far. I may need car-fares.' | “Kayıp çocuklar bazen çok uzaklara giderler. Araba ücretine ihtiyacım olabilir.” |
Old man Denny, hall-room, fourth floor back, who sat on the lowest step, trying to read a paper by the street lamp, turned over a page to follow up the article about the carpenters' strike. | Dördüncü kattaki koridorda en alt basamağa oturmuş, sokak lambasının yanında gazete okumaya çalışan yaşlı adam Denny, marangozların greviyle ilgili makalenin devamı için bir sayfa çevirdi. |
Mrs. Murphy shrieked to the moon: 'Oh, ar-r-Mike, f'r Gawd's sake, where is me little bit av a boy?' | 'Onu en son ne zaman gördünüz?' diye sordu yaşlı adam Denny bir gözü İnşaat Ticareti Birliği'nin raporuna bakarken. |
'When'd ye see him last?' asked old man Denny, with one eye on the report of the Building | 'Ah,' diye feryat etti Bayan Murphy. |
Trades League. | Bilmiyorum. |
'Oh,' wailed Mrs. Murphy,. | Ama artık benim küçük oğlum Mike kayboldu. |
' 'twas yisterday, or maybe four hours ago! I dunno. But it's lost he is, me little boy Mike. He was playin' on the sidewalk only this mornin' - or was it Wednesday? | Daha bu sabah kaldırımda oynuyordu, yoksa çarşamba mıydı? |
I'm that busy with work 'tis hard to keep up with dates. But I've looked the house over from top to cellar, and it's gone he is. Oh, for the love av Hiven - ' | Ama evi baştan aşağı inceledim ve onun gitmiş olduğunu gördüm. |
Silent, grim, colossal, the big city has ever stood against its revilers. | Sessiz, acımasız, devasa büyük şehir, her zaman küfür edenlere karşı durdu. |
They call it hard as iron; they say that no pulse of pity beats in its bosom; they compare its streets with lonely forests and deserts of lava. | Ona demir kadar sert diyorlar; bağrında acımanın nabzının atmadığını söylüyorlar; sokaklarını ıssız ormanlara ve lav çöllerine benzetiyorlar. |
But beneath the hard crust of the lobster is found a delectable and luscious food. | Ancak ıstakozun sert kabuğunun altında lezzetli ve lezzetli bir yiyecek bulunur. |
Perhaps a different simile would have been wiser. | Belki farklı bir benzetme daha akıllıca olurdu. |
Still, nobody should take offence. | Yine de kimse kusura bakmasın. |
We would call no one a lobster without good and sufficient claws. | İyi ve yeterli pençeleri olmayan kimseye ıstakoz diyemeyiz. |
No calamity so touches the common heart of humanity as does the straying of a little child. | Hiçbir felaket insanlığın ortak kalbini küçük bir çocuğun başıboş kalması kadar etkilemez. |
Their feet are so uncertain and feeble; the ways are so steep and strange. | Ayakları o kadar güvensiz ve zayıf ki; yollar ise alabildiğince dik ve tuhaf. |
Major Griggs hurried down to the corner, and up the avenue into Billy's place. | Binbaşı Griggs aceleyle köşeye gitti ve caddeden Billy'nin evine doğru ilerledi. |
'Gimme a rye-high,' he said to the servitor. | Hizmetçiye "Bana bir çavdar ver" dedi. |
'Haven't seen a bow-legged, dirty-faced little devil of a six-year- old lost kid around here anywhere, have you?' | “Buralarda hiçbir yerde çarpık bacaklı, kirli suratlı, altı yaşında kayıp bir çocuk şeytanı görmedin, değil mi?” |
Mr. Toomey retained Miss Purdy's hand on the steps. | Bay Toomey basamaklarda Bayan Purdy'nin elini tuttu. |
'Think of that dear little babe,' said Miss Purdy, 'lost from his mother's side - perhaps already fallen beneath the iron hoofs of galloping steeds - oh, isn't it dreadful?' | 'O sevgili küçük bebeği düşünün' dedi Bayan Purdy “Annesinin yanından kaybolan, belki de çoktan dört nala giden atların demir toynaklarının altına düşmüş olan - ah, korkunç değil mi?” |
'Ain't that right?' agreed Mr. Toomey, squeezing her hand. | Bay Toomey Bayan Purdy’in elini sıkarak 'Öyle değil mi? |
'Say I start out and help look for um!' | diye kabul etti. |
'Perhaps,' said Miss Purdy, 'you should. But oh, Mr. Toomey, you are so dashing - so reckless - suppose in your enthusiasm some accident should befall you, then what - ' | Yola çıkarak çocuğunuzu aramaya yardım edeyim. |
Old man Denny read on about the arbitration agreement, with one finger on the lines. | Ama ah Bay Toomey, o kadar atılgan ve o kadar pervasızsınız ki. |
In the second floor front Mr. and Mrs. McCaskey came to the window to recover their second wind. | Diyelim ki heyecanınızdan dolayı başınıza bir kaza gelir, sonra ne olur? |
Mr. McCaskey was scoop ing turnips out of his vest with a crooked forefinger, and his lady was wiping an eye that the salt of the roast pork had not benefited. | ’ dedi Bayan Purdy. |
They heard the outcry below, and thrust their heads out of the window. | İkinci katın ön kısmında Bay ve Bayan McCaskey ikinci rüzgarı geri almak için pencereye geldiler. |
' 'Tis little Mike is lost,' said Mrs. McCaskey in a hushed voice, 'the beautiful, little, trouble- making angel of a gossoon!' | Bay McCaskey çarpık işaret parmağıyla şalgamları yeleğinin içinden çıkarıyor, hanımı da kızarmış domuz etinin tuzunun fayda etmediği gözünü siliyordu. |
'The bit of a boy mislaid?' said Mr. McCaskey leaning out of the window. | Aşağıdan gelen çığlığı duydular ve başlarını pencereden dışarı uzattılar. |
'Why, now, that's bad enough, entirely. The childer, they be different. If 'twas a woman I'd be willin', for they leave peace behind 'em when they go.' | “Bu küçük Mike kayboldu. Güzel, küçük, baş belası bir erkek çocuk meleği.” dedi Bayan McCaskey kısık bir sesle. |
Disregarding the thrust, Mrs. McCaskey caught her husband's arm. | Aslında bu tamamen yeterince kötü. |
'Jawn,' she said sentimentally, 'Missis Murphy's little bye is lost. 'Tis a great city for losing little boys. Six years old he was. Jawn, 'tis the same age our little bye would have been if we had had one six years ago.' | Kadın olsaydı razı olurdum, çünkü gittiklerinde arkalarında huzur bırakıyorlar. |
'We never did,' said Mr. McCaskey, lingering with the fact. | 'Jawn' dedi duygusal bir tavırla. |
'But if we had, Jawn, think what sorrow would be in our hearts this night, with our little Phelan run away and stolen in the city nowheres at all. | “'Bayan Murphy'nin küçük oğlu kayboldu. Küçük çocukları kaybetmek için harika bir şehir. Altı yaşındaydı. Jawn, altı yıl önce bir çocuğumuz olsaydı, kaybolan küçük çocukla aynı yaşta olacaktı” dedi duygusal bir tonla Bayan McCaskey. |
'Ye talk foolishness,' said Mr. McCaskey. | "Hiçbir zaman yapmadık" dedi Bay McCaskey gerçeğin üzerinde durarak. |
' 'Tis Pat he would be named, after me old father in Cantrim.' | “Ama eğer öyle olsaydı, Jawn, küçük Phelan'ımız şehrin herhangi bir yerinde kaçırıldığında bu gece kalplerimizde ne kadar acı olurdu bir düşün.” |
'Ye lie!' said Mrs. McCaskey, without anger. | "Aptalca konuşuyorsunuz" dedi Bay McCaskey. |
'Me brother was worth tin dozen bog-trotting McCaskeys. After him would the bye be named.' | Cantrim'deki yaşlı babamın adını Pat olarak alacaktı ona. |
She leaned over the window-sill and looked down at the hurrying and bustle below. | “Yalan söylüyorsun! dedi Bayan McCaskey öfkelenmeden.” |
'Jawn,' said Mrs. McCaskey softly, 'I'm sorry I was hasty wid ye.' | Kardeşim bataklıkta koşan bir düzine McCaskey'e bedeldi. |
' 'Twas hasty puddin', as ye say,' said her husband, 'and hurry- up turnips and get-a-move-on-ye coffee. 'Twas what ye could call a quick lunch, all right, and tell no lie.' | Güle güle onun adını alacaktı. |
Mrs. McCaskey slipped her arm inside her husband's and took his rough hand in hers. | Pencerenin pervazına yaslanıp aşağıdaki telaşa baktı. |
'Listen at the cryin' of poor Mrs. Murphy,' she said. | 'Jawn' dedi Bayan McCaskey yavaşça. |
' 'Tis an awful thing for a bit of a bye to be lost in this great big city. If 'twas our little Phelan, Jawn, I'd be breakin' me heart. | “Aceleci davrandığım için özür dilerim. Bayan McCaskey kolunu kocasınınkine soktu ve sert elini kendi elinin arasına aldı. “Zavallı Bayan Murphy'nin ağlamasını dinleyin” dedi. |
Awkwardly Mr. McCaskey withdrew his hand. | Bu büyük şehirde bir parçanın kaybolması çok kötü bir şey. |
But he laid it around the nearing shoulders of his wife. | Eğer bizim küçük Phelanımız olsaydı, Jawn, kalbim kırılıyor olurdu. |
' 'Tis foolishness, of course,' said he, roughly, 'but I'd be cut up some meself, if our little - Pat | Bay McCaskey tuhaf bir şekilde elini geri çekti ve elini karısının yaklaşan omuzlarına koydu. |
was kidnapped or anything. | ‘Küçük Pat'imiz kaçırılırsa benim de bir parçam kesilir. |
But there never was any childer for us. | Ama bizim için asla çocuk olmadı. |
Sometimes I've been ugly and hard with ye, Judy. | Bazen sana karşı çirkin ve sert davrandım Judy. |
Forget it. | Unut gitsin. |
They leaned together, and looked down at the heart-drama being acted below. | Birlikte eğildiler ve aşağıda oynanan kalp dramasına baktılar. |
Long they sat thus. | Uzun süre böyle oturdular. |
People surged along the sidewalk, crowding, questioning, filling the air with rumours and inconsequent sur mises. | İnsanlar kaldırım boyunca akın ediyor, toplanıyor, sorguluyor, havayı söylentilerle ve önemsiz tahminlerle dolduruyorlardı. |
Mrs. Murphy ploughed back and forth in their midst, like a soft mountain down which plunged an audible cataract of tears. | Bayan Murphy, duyulabilir bir gözyaşı çağlayanı gibi aşağıya doğru inen yumuşak bir dağ gibi, onların ortasında ileri geri gidiyordu. |
Couriers came and went. | Kuryeler gelip gitti. |
Loud voices and a renewed uproar were raised in front of the boarding-house. | Pansiyonun önünde yüksek sesler ve yeniden bir gürültü yükseldi. |
'What's up now, Judy?' asked Mr. McCaskey. | “Şimdi ne oldu, Judy?” diye sordu Bay McCaskey. |
' 'Tis Missis Murphy's voice,' said Mrs. McCaskey, harking. | Bayan McCaskey, "Bu Missis Murphy'nin sesi" dedi. |
'She says she's after finding little | “Odasındaki yatağın altındaki eski muşamba rulosunun arkasında küçük Mike'ı uyurken bulabileceğini söylüyor.” |
Mike asleep behind the roll of old linoleum under the bed in her room. | Bay McCaskey yüksek sesle güldü. |
' Mr. McCaskey laughed loudly. | "Bu senin Phelan'ın" diye bağırdı alaycı bir şekilde. |
'That's yer Phelan,' he shouted sardonically 'Divil a bit would a Pat have done that trick if the bye we never had is strayed and stole, by the powers, call him Phelan, and see him hide out under the bed like a mangy pup.' | "Eğer hiç sahip olmadığımız çocuğumuz şeytansı güçler tarafından başıboş ve çalınmışsa ya da yatağın altında numaradan uyuz köpek yavrusu gibi saklanırken onu görürseniz Phelan diye onu çağırın." |
Mrs. McCaskey arose heavily, and went toward the dish closet, with the corners of her mouth drawn down. | Bayan McCaskey ağır ağır ayağa kalktı ve ağzının kenarları aşağıya doğru kıvrılmış halde bulaşık dolabına doğru gitti. |
Policeman Cleary came back around the corner as the crowd dispersed. | Kalabalık dağılırken polis memuru Cleary köşeden geri geldi. |
Surprised, he upturned an ear toward the McCaskey apartment where the crash of irons and chinaware and the ring of hurled kitchen utensils seemed as loud as before. | Şaşırarak kulağını kaldırıp, ütü ve porselen eşyaların gürültüsünün ve fırlatılan mutfak eşyalarının çınlamasının eskisi kadar yüksek göründüğü McCaskey apartmanına doğru çevirdi. |
Policeman Cleary took out his timepiece. | Polis Memuru Cleary saatini çıkardı. |
'By the deported snakes!' he exclaimed, 'Jawn McCaskey and his lady have been fightin' for an hour and a quarter by the watch. | “Sınır dışı edilen yılanlar adına! Jawn McCaskey ve hanımı nöbetçiye göre bir buçuk saattir kavga ediyorlar" diye bağırdı. “Hanım ona kırk kilo verebilirdi. Koluna kuvvet.” |
Strength to his arm. | Polis Memuru Cleary köşeyi döndü. |
Policeman Cleary strolled back around the corner. | Yaşlı adam Denny, Bayan Murphy gece için kapıyı kilitlemek üzereyken gazetesini katladı ve aceleyle merdivenlerden yukarı çıktı. |
IV | IV |
The Skylight Room | Aydınlık Odası |
FIRST MRS. PARKER would show you the double parlours. | İlkin Mrs.Parker size çift kişilik salonları gösterecekti. |
You would not dare to interrupt her description of their advantages and of the merits of the gentleman who had occupied them for eight years. | Onların avantajlarını ve sekiz yıldır onları işgal eden beyefendinin erdemlerini anlatırken sözünü kesmeye cesaret edemezsiniz. |
Then you would manage to stammer forth the confes sion that you were neither a doctor nor a dentist. | O zaman ne doktor ne de dişçi olmadığınızı kekeleyerek itiraf etmeyi başarırdınız. |
Mrs. Parker's manner of receiving the admission was such that you could never afterward entertain the same feeling toward your parents, who had neglected to train you up in one of the professions that fitted Mrs. Parker's parlours. | Bayan Parker'ın kabul alma şekli öyleydi ki, sizi Bayan Parker'ın salonlarına uygun mesleklerden birinde eğitmeyi ihmal eden anne babanıza karşı daha sonra aynı duyguyu asla yaşayamazsınız. |
Next you ascended one flight of stairs and looked at the second floor back at $8. | Daha sonra bir kat merdiven çıktınız ve gerideki 8 dolarlık ikinci kata baktınız. |
Convinced by her second-floor manner that it was worth the $12 that Mr. Toosenberry always paid for it until he left to take charge of his brother's orange plantation in Florida near Palm Beach, where Mrs. McIntyre always spent the winters that had the double front room with private bath, you managed to babble that you wanted something still cheaper. | İkinci kata göre üst katın Bay Toosenberry'nin erkek kardeşinin Florida'daki Palm Beach yakınındaki portakal çiftliğinin sorumluluğunu üstlenmek için ayrılana kadar ödediği 12 doların değerinde olduğuna ikna olmuştu. |
If you survived Mrs. Parker's scorn, you were taken to look at Mr. Skidder's large hall-room on the third floor. | Daha ucuz bir şey istediğini gevezelik ederek başardın. |
Mr. Skidder's room was not vacant. | Bay Skidder'ın odası boş değildi. |
He wrote plays and smoked cigarettes in it all day long. | Bütün gün oyunlar yazdı ve sigara içti. |
But every room-hunter was made to visit his room to admire the lambrequins. | Âmâ her oda avcısı lambrequinlere hayran olmak için odasını ziyaret ediyordu. |
After each visit, Mr. Skidder, from the fright caused by possible eviction, would pay something on his rent. | Her ziyaretten sonra Bay Skidder olası tahliyenin yol açtığı korkudan dolayı kirasından bir miktar ödüyordu. |
Then - oh, then - if you still stood on one foot with your hot hand clutching the three moist dollars in your pocket, and hoarsely proclaimed your hideous and culpable poverty, never more would Mrs. Parker be cicerone of yours. | O zaman - ah, o zaman - sıcak ellerinle cebindeki üç nemli doları tutarak hâlâ tek ayak üzerinde dursan ve kısık sesle iğrenç ve suçlu yoksulluğunu ilan etsen, Bayan Parker bir daha asla senin çiçeronu olmayacaktı. |
She would honk loudly the word 'Clara,' she would show you her back, and march downstairs. | Yüksek sesle 'Clara' kelimesini çalar, size sırtını gösterir ve aşağıya doğru yürürdü. |
Then Clara, the coloured maid, would escort you up the carpeted ladder that served for the fourth flight, and show you the Skylight Room. | Daha sonra zenci hizmetçi Clara, dördüncü kata hizmet eden halı kaplı merdivende size eşlik edecek ve Işıklık Odasını gösterecekti. |
It occupied 7 by 8 feet of floorspace at the middle of the hall. | Salonun ortasında 7 x 8 feet taban alanını kaplıyordu. |
On each side of it was a dark lumber closet or store-room. | Her iki yanında karanlık bir kereste dolabı veya kiler vardı. |
In it was an iron cot, a washstand and a chair. | İçinde demir bir karyola, bir lavabo ve bir sandalye vardı. |
A shelf was the dresser. | Şifonyer bir raftı. |
Its four bare walls seemed to close in upon you like the sides of a coin. | Dört çıplak duvarı bir madeni paranın kenarları gibi üzerinize kapandı. |
Your hand crept to your throat, you gasped, you looked up as from a well - and breathed once more. | Eliniz boğazınıza gitti, nefes nefese kaldınız. |
Through the glass of the little skylight you saw a square of blue infinity. | Küçük tavan penceresinin camından mavi bir sonsuzluk karesi gördünüz. |
'Two dollars, suh,' Clara would say in her half-contemptuous, half-Tuskegeenial tones. | Clara yarı küçümseyici, yarı Tuskegeenvari ses tonuyla, "İki dolar yani" derdi. |
One day Miss Leeson came hunting for a room. | Bir gün Bayan Leeson bir oda aramaya geldi. |
She carried a typewriter made to be lugged around by a much larger lady. | Kendinden çok daha iri bir kadının yanında taşıyabileceği bir daktilo taşıyordu. |
She was a very little girl, with eyes and hair that kept on growing after she had stopped and that always looked as if they were saying: 'Goodness me. | Çok küçük bir kızdı, gözleri ve saçları durduktan sonra da büyümeye devam ediyordu ve sanki her zaman şöyle diyormuş gibi görünüyordu: “Aman Tanrım. Neden bize ayak uydurmadınız?” |
Mrs. Parker showed her the double parlours. | Bayan Parker ona çift kişilik salonları gösterdi. |
'In this closet,' she said, 'one could keep a skeleton or anaesthetic or coal - ' | “Bu dolapta” dedi, “Bir iskelet, anestezik ya da kömür saklanabilir...” |
'But I am neither a doctor nor a dentist,' said Miss Leeson with a shiver. | Bayan Leeson ürpererek "Ama ben ne doktorum ne de dişçiyim" dedi. |
Mrs. Parker gave her the incredulous, pitying, sneering, icy stare that she kept for those who failed to qualify as doctors or dentists, and led the way to the second floor back. | Bayan Parker ona, doktor ya da diş hekimi olmayı başaramayanlara duyduğu inanılmaz, acıyan, küçümseyen, buz gibi bakışı attı ve ikinci kata giden yolu gösterdi. |
'Eight dollars?' said Miss Leeson. | "Sekiz dolar" dedi Bayan Leeson. |
'Dear me! I'm not Hetty if I do look green. I'm just a poor little working girl. Show me some thing higher and lower.' | “Aman Allah’ım acemi görünsem de ben Hetty değilim. Ben sadece çalışan zavallı küçük bir kızım. Bana daha yüksek ve daha alçak bir şey göster.” |
Mr. Skidder jumped and strewed the floor with cigarette stubs at the rap on his door. | Bay Skidder kapısına vurulunca yerinden sıçradı ve sigara izmaritlerini yere saçtı. |
'Excuse me, Mr. Skidder,' said Mrs. Parker, with her demon's smile at his pale looks. | "Affedersiniz Bay Skidder" dedi Bayan Parker, onun solgun bakışları karşısında şeytani bir gülümsemeyle. |
'I didn't know you were in. I asked the lady to have a look at your lambrequins.' | “İçerde olduğunuzu bilmiyordum. |
'They're too lovely for anything,' said Miss Leeson, smiling in exactly the way the angels do. | Bayan Leeson tıpkı melekler gibi gülümseyerek, "Her şey için fazla güzeller" dedi. |
After they had gone Mr. Skidder got very busy erasing the tall, black-haired heroine from his latest (unproduced) play and inserting a small, roguish one with heavy, bright hair and vivacious features. | Onlar gittikten sonra Bay Skidder son (oyuna girmemiş) oyunundaki uzun, siyah saçlı kahramanı silmekle ve yerine kalın, parlak saçlı ve canlı yüz hatlarıyla küçük, çapkın bir karakter eklemekle meşguldü. |
'Anna Held'll jump at it,' said Mr. Skidder to himself, putting his feet up against the lambrequins and disappearing in a cloud of smoke like an aerial cuttlefish. | Bay Skidder kendi kendine, "Anna Held atlayacak" dedi, ayaklarını lambrequin'lerin üzerine koydu ve havadaki bir mürekkepbalığı gibi bir duman bulutu içinde gözden kayboldu. |
Presently the tocsin call of 'Clara!' sounded to the world the state of Miss Leeson's purse. | Şu anda Clara'nın toksin çağrısıyla Bayan Leeson'un çantasının durumu dünyaya duyuruldu. |
A dark goblin seized her, mounted a Stygian stairway, thrust her into a vault with a glimmer of light in its top and muttered the menacing and cabalistic words 'Two dollars!' | Karanlık bir cin onu yakaladı, Stygian bir merdivene monteledi, tepesinde bir ışık parıltısı olan bir kasaya itti ve tehditkar ve kabalistik “İki dolar!” sözlerini mırıldandı. |
'I'll take it!' sighed Miss Leeson, sinking down upon the squeaky iron bed. | “Onu alacağım!” diyerek Bayan Leeson içini çekti ve gıcırdayan demir yatağa çöktü. |
Every day Miss Leeson went out to work. | Bayan Leeson her gün işe gidiyordu. |
At night she brought home papers with handwriting on them and made copies with her typewriter. | Geceleri eve üzerlerinde el yazısı olan kağıtlar getiriyor ve daktiloyla fotokopi çekiyordu. |
Sometimes she had no work at night, and then she would sit on the steps of the high stoop with the other roomers. | Bazen geceleri işi olmuyordu ve diğer oda sakinleriyle birlikte yüksek verandanın basamaklarında oturuyordu. |
Miss Leeson was not intended for a skylight room when the plans were drawn for her creation. | Bayan Leeson’un yaratımı için planlar çizilirken tavan penceresi odası olarak tasarlanmamıştı. |
She was gay-hearted and full of tender, whimsical fancies. | Neşeli kalpliydi ve şefkatli, tuhaf hayallerle doluydu. |
Once she let Mr. Skidder read to her three acts of his great (unpublished) comedy, 'It's No Kid; or, The Heir of the Subway. | Bir keresinde Bay Skidder'ın büyük (yayınlanmamış) komedisi “It's No Kid'in” üç perdesini okumasına izin vermişti veya “Metronun Varisi”. |
There was rejoicing among the gentlemen roomers whenever Miss Leeson had time to sit on the steps for an hour or two. | Bayan Leeson ne zaman merdivenlerde bir ya da iki saat oturacak zaman bulsa, oda arkadaşı beyler arasında bir sevinç yaşanıyordu. |
But Miss Longnecker, the tall blonde who taught in a public school and said 'Well, really!' to everything you said, sat on the top step and sniffed. | Bir devlet okulunda öğretmenlik yapan uzun boylu sarışın Bayan Longnecker "Söylediğiniz her şeye gerçekten katılıyorum" dedi ve en üst basamağa oturdu ve burnunu çekti. |
And Miss Dorn, who shot at the moving ducks at Coney every Sunday and worked in a department store, sat on the bottom step and sniffed. | Her Pazar Coney'deki hareketli ördeklere ateş eden ve bir mağazada çalışan Bayan Dorn bir alt basamağa oturdu ve kokladı. |
Miss Leeson sat on the middle step, and the men would quickly group around her. | Bayan Leeson orta basamağa oturdu ve adamlar hızla onun etrafında gruplaşarak oturdu. |
Especially Mr. Skidder, who had cast her in his mind for the star part in a private, romantic (unspoken) drama in real life. | Özellikle de Bay Skidder, gerçek hayattaki özel, romantik (konuşulmayan) bir dramın başrolü için onu zihninde canlandırmıştı. |
And especially Mr. Hoover, who was forty-five, fat, flushed and foolish. | Ve Özellikle de kırk beş yaşında, şişman, kızarmış ve aptal olan Bay Hoover. |
And especially very young Mr. Evans, who set up a hollow cough to induce her to ask him to leave off cigarettes. | Ve özellikle de genç Bay Evans, sigarayı bırakması için onu ikna etmek amacıyla öksürmeye başladı. |
The men voted her 'the funniest and jolliest ever,' but the sniffs on the top step and the lower step were implacable. | Erkekler onun hakkında 'gelmiş geçmiş en komik ve en neşeli' şeklinde fikir beyan ettiler. |
••••• | Üst basamaktaki ve alt basamaktaki burun çekmeler dayanılacak gibi değildi… |
I pray you let the drama halt while Chorus stalks to the foot lights and drops an epicedian tear upon the fatness of Mr. Hoover. | Koro ayak ışıklarına doğru ilerleyip Bay Hoover'ın şişmanlığının üzerine epik bir gözyaşı dökerken dramayı durdurmanız için dua ediyorum. |
Tune the pipes to the tragedy of tallow, the bane of bulk, the calamity of corpulence. | Boruları donyağı trajedisine, iriliğin belasına, şişmanlığın felaketine göre ayarlayın. |
Tried out, Falstaff might have rendered more romance to the ton than would have Romeo's rickety ribs to the ounce. | Denendiğinde Falstaff sosyeteye Romeo'nun cılız kaburgalarından daha fazla romantizm sunabilirdi. |
A lover may sigh, but he must not puff. | Aşık iç çekebilir ama şişirmemelidir. |
To the train of Momus are the fat men remanded. | Momus'un treninde tutuklu şişman adamlar var. |
In vain beats the faithfullest heart above a 52-inch belt. | 52 inçlik bir kemerin üzerinde en sadık kalp boşuna atıyor. |
Avaunt, Hoover! | Avaunt, Hoover! |
Hoover, forty-five, flush and foolish, might carry off Helen herself; Hoover, forty- five, flush, foolish and fat, is meat for perdition. | Kırk beş yaşındaki, kızarık ve aptal Hoover, Helen'i tek başına götürebilir; kırk beş yaşındaki Hoover, kıpkırmızı, aptal ve şişman, cehenneme atılacak bir et. |
There was never a chance for you, Hoover. | Senin için hiçbir zaman şansın olmadı Hoover. |
As Mrs. Parker's roomers sat thus one summer's evening, Miss Leeson looked up into the firmament and cried with her little gay laugh: | Bir yaz akşamı Bayan Parker'ın kiracıları bu şekilde otururken, Bayan Leeson gökyüzüne baktı ve o küçük neşeli kahkahasıyla bağırdı: “Neden, Billy Jackson var! Onu buradan da görebiliyorum.” |
I can see him from down here, too. | Hepsi yukarıya baktı; bazıları gökdelenlerin pencerelerine, bazıları Jackson'ın rehberliğinde bir zeplin peşinde koşuyordu. |
'It's that star,' explained Miss Leeson, pointing with a tiny finger. | Bayan Leeson minik parmağıyla işaret ederek, "Bu bir yıldız" diye açıkladı. |
'Not the big one that twinkles - the steady blue one near it. I can see it every night through my skylight. I named it Billy Jack son.' | “Parıldayan büyük olan değil, yanındaki sabit mavi olan. Her gece çatı penceremden onu görebiliyorum. Ona Billy Jack'in oğlu adını verdim.” |
'Well, really!' said Miss Longnecker. | "Evet, gerçekten!'dedi Bayan Longnecker. |
'I didn't know you were an astronomer, Miss Leeson.' | “Sizin gökbilimci olduğunuzu bilmiyordum Bayan Leeson. |
'Oh, yes,' said the small star-gazer, 'I know as much as any of them about the style of sleeves they're going to wear next fall in Mars.' | "Ah, evet” dedi küçük yıldız gözlemcisi. |
'Well, really!' said Miss Longnecker. | “Evet, gerçekten!” dedi Bayan Longnecker. |
'The star you refer to is Gamma, of the constellation | “Bahsettiğiniz yıldız Cassiopeia takımyıldızından Gama'dır. Neredeyse ikinci büyüklükte ve meridyen geçişi…” |
Cassiopeia. | “Ah” dedi çok genç Bay Evans, “Sanırım Billy Jackson buna çok daha iyi bir isim. |
It is nearly of the second magnitude, and its meridian passage is - ''Oh,' said the very young Mr. Evans, 'I think Billy Jackson is a much better name for it. | Bayan Longnecker'a meydan okuyarak ve yüksek sesle nefes alarak “Burada da aynısı" dedi Bay Hoover. “Bence Bayan Leeson'un yıldızlara isim verme hakkına en az eski astrologlar kadar hakkı var.” |
'Same here,' said Mr. Hoover, loudly breathing defiance to Miss Longnecker. | “Gerçekten de!” dedi Bayan Longnecker. |
'I think Miss Leeson has just as much right to name stars as any of those old astrologers had.' | Bayan Dorn "Yıldız kayması olup olmadığını merak ediyorum" dedi. |
'Well, really!' said Miss Longnecker. | “Coney Sunday'deki galeride dokuz ördek ve bir tavşan vurdum.” |
'I wonder whether it's a shooting star,' remarked Miss Dorn. | Bayan Leeson, "Buradan pek iyi görünmüyor" dedi. |
'I hit nine ducks and a rabbit out of ten in the gallery at Coney Sunday.' | “Onu benim odamdan görmelisin. |
'He doesn't show up very well from down here,' said Miss Leeson. | Bir kuyunun dibinden yıldızları gündüz bile görebileceğinizi biliyorsunuz. |
'You ought to see him from my room. You know you can see stars even in the daytime from the bottom of a well. At night my room is like the shaft of a coal-mine, and it makes Billy Jackson look like the big diamond pin that Night fastens her kimono with.' | Geceleri odam bir kömür madeninin kuyusu gibi oluyor ve bu Billy Jackson'ı Night'ın kimonosunu taktığı büyük elmas iğneye benzetiyor. |
There came a time after that when Miss Leeson brought no for midable papers home to copy. | Bir süre sonra Bayan Leeson eve fotokopi çektirmek için hiçbir orta boy kağıt getirmez oldu. |
And when she went in the morning, instead of working, she went from office to office and let her heart melt away in the drip of cold refusals transmitted through insolent office boys. | Ve sabahları çalışmak yerine gideceğine ofisten ofise gitti ve kalbinin küstah ofis çalışanlarının aktardığı soğuk retlerin damlaları arasında erimesine izin verdi. |
This went on. | Bu böylece devam etti. |
There came an evening when she wearilyclimbed Mrs. Parker's stoop at the hour when she always returned from her dinner at the restaurant. | Bir akşam, her zaman restorandaki akşam yemeğinden döndüğü saatte, Bayan Parker'ın verandasına yorgun bir şekilde tırmanmıştı. |
But she had had no dinner. | Ama akşam yemeği yememişti. |
As she stepped into the hall Mr. Hoover met her and seized his chance. | Koridora adım attığında Bay Hoover onunla karşılaştı ve şansını değerlendirdi. |
He asked her to marry him, and his fatness hovered above her like an avalanche. | Ona evlenme teklif etti ve şişmanlığı bir çığ gibi onun üzerinde gezindi. |
She dodged, and caught the balustrade. | Kaçtı ve korkuluğu yakaladı. |
He tried for her hand, and she raised it and smote him weakly in the face. | Elini denedi, o da elini kaldırdı ve zayıf bir şekilde yüzüne vurdu. |
Step by step she went up, dragging herself by the railing. | Adım adım kendini korkuluktan çekerek yukarıya çıktı. |
She passed Mr. Skidder's door as he was red- inking a stage direc tion for Myrtle Delorme (Miss Leeson) in his (unaccepted) comedy, to | Bay Skidder (kabul edilmeyen) komedisinde Myrtle Delorme'ye (Bayan Leeson) "L'den Kont'un yanına doğru sahnede dönme hareketi" yapması için sahne talimatını yeniden yazarken Bay Skidder'ın kapısının önünden geçti. |
Up the carpeted ladder she crawled at last and opened the door of the skylight room. | Sonunda halı kaplı merdivenden yukarıya tırmandı ve tavan penceresi olan odanın kapısını açtı. |
She was too weak to light the lamp or to undress. | Lambayı yakamayacak veya soyunamayacak kadar zayıftı. |
She fell upon the iron cot, her fragile body scarcely hollowing the worn springs. | Demir yatağın üzerine düştü, kırılgan vücudu aşınmış yayları zar zor oyuyordu. |
And in that Erebus of a room she slowly raised her heavy eyelids, and smiled. | Ve o Erebus odasında ağırlaşan göz kapaklarını yavaşça kaldırdı ve gülümsedi. |
For Billy Jackson was shining down on her, calm and bright and constant through the skylight. | Çünkü Billy Jackson tavan penceresinden sakin, parlak ve sabit bir şekilde onun üzerine parlıyordu. |
There was no world about her. | Ona dair bir dünya yoktu. |
She was sunk in a pit of blackness, with but that small square of pallid light framing the star that she had so whimsically, and oh, so inef fectually, named. | Tuhaf ve etkisiz bir şekilde isimlendirdiği yıldızı çerçeveleyen o küçük soluk ışık karesiyle birlikte, karanlık bir çukura gömülmüştü. |
Miss Longnecker must be right; it was Gamma, of the constellation Cassiopeia, and not Billy Jackson. | Bayan Longnecker haklı olmalı; Billy Jackson değil, Cassiopeia takımyıldızından Gamma'ydı. |
And yet she could not let it be Gamma. | Ama yine de onun Gama olmasına izin veremezdi. |
As she lay on her back she tried twice to raise her arm. | Sırtüstü yatarken iki kez kolunu kaldırmayı denedi. |
The third time she got two thin fingers to her lips and blew a kiss out of the black pit to Billy Jackson. | Üçüncüsünde iki ince parmağını dudaklarına götürdü ve siyah çukurdan Billy Jackson'a bir öpücük gönderdi. |
Her arm fell back limply. | Kolu gevşek bir şekilde geriye düştü. |
'Good-bye, Billy,' she murmured faintly. | “Güle güle Billy” diye mırıldandı belli belirsiz. |
'You're millions of miles away and you won't even twinkle once. But you kept where I could see you most of the time up there when there wasn't any thing else but darkness to look at, didn't you? . . . Millions of miles.... Good-bye, Billy Jackson.' | “Sen milyonlarca mil uzaktasın ve bir kez bile parıldamayacaksın. Ama orada karanlıktan başka bakacak bir şey yokken, seni çoğu zaman görebileceğim bir yerde durdun öyle değil mi? …Milyonlarca mil. …Güle güle, Billy Jackson.'” |
Clara, the coloured maid, found the door locked at ten the next day, and they forced it open. | Zenci hizmetçi Clara, ertesi gün saat onda kapıyı kilitli buldu ve kapıyı zorla açtılar. |
Vinegar, and the slapping of wrists and even burnt feathers, proving of no avail, someone ran to | Sirke, bileklere şaplak atılması ve hatta yanmış tüylerin hiçbir işe yaramadığı anlaşılınca biri ambulans çağırmak için koştu. |
'phone for an ambulance. | Zamanı gelince, çok fazla gong sesiyle kapıya doğru geriledi. |
In due time it backed up to the door with much gong-clanging, and the capable young medico, in his white linen coat, ready, active, confident, with his smooth face half debonair, half grim, danced up the steps. | Yetenekli genç doktor, beyaz keten ceketi içinde, hazır, aktif, kendinden emin, yarı neşeli, yarı sert pürüzsüz yüzüyle merdivenlerden yukarı dans ederek çıktı. |
'Ambulance call to 49,' he said briefly. | Kısaca “49’u ambulans için arayın” dedi. |
'What's the trouble?' | “Sorun ne”. |
'Oh yes, doctor,' sniffed Mrs. Parker, as though her trouble that there should be trouble in the house was the greater. | Bayan Parker "Ah evet doktor" diye burnunu çekti, sanki evde sorun çıkması onun için daha büyük bir dertmiş gibi. |
'I can't think what can be the matter with her. Nothing we could do would bring her to. It's a young woman, a Miss Elsie - yes, a Miss Elsie Leeson. Never before in my house - ' | “Onun sorununun ne olabileceğini düşünemiyorum. |
'What room?' cried the doctor in a terrible voice, to which Mrs. Parker was a stranger. | Genç bir kadın, Bayan Elsie - evet, Bayan Elsie Leeson. |
'The skylight room. | Daha önce evimde hiç-“ |
It - ' | “Hangi oda?” |
Evidently the ambulance doctor was familiar with the location of skylight rooms. | Doktor, Bayan Parker'ın yabancı olduğu korkunç bir sesle bağırdı. |
He was gone up the stairs, four at a time. | Anlaşılan ambulans doktoru tavan penceresi odalarının yerini biliyordu. |
Mrs. Parker followed slowly, as her dignity demanded. | Bayan Parker, onurunun gerektirdiği gibi yavaşça onu takip etti. |
On the first landing she met him coming back bearing the astronomer in his arms. | İlk inişte onunla kollarında gökbilimciyi taşıyarak geri dönerken karşılaştı. |
He stopped and let loose the practised scalpel of his tongue, not loudly. | Durdu ve dilinin alışılmış neşterini yüksek sesle değil, serbest bıraktı. |
Gradually Mrs. Parker crumpled as a stiff garment that slips down from a nail. | Bayan Parker yavaş yavaş çividen kayan sert bir giysi gibi buruştu. |
Ever afterwards there remained crumples in her mind and body. | Daha sonra zihninde ve vücudunda buruşmalar kaldı. |
Sometimes her curious roomers would ask her what the doctor said to her. | Bazen meraklı oda arkadaşları ona doktorun ona ne söylediğini sorardı. |
'Let that be,' she would answer. | “Bırak öyle olsun” diye cevap verirdi. |
'If I can get forgiveness for having heard it I will be satisfied.' | “Eğer bunu duyduğum için affedilebilirsem tatmin olacağım.” |
The ambulance physician strode with his burden through the pack of hounds that follow the curiosity chase, and even they fell back along the sidewalk abashed, for his face was that of one who bears his own dead. | Ambulans doktoru merak dolu kovalamacayı takip eden tazı sürüsünün arasından yüküyle birlikte uzun adımlarla yürüdü ve onlar bile utanç içinde kaldırıma düştüler, çünkü yüzü kendi ölüsünü taşıyan birinin yüzüydü. |
They noticed that he did not lay down upon the bed prepared for it in the ambulance the form that he carried, and all that he said was: 'Drive like h - l, Wilson,' to the driver. | Ambulansta taşıdığı formda kendisi için hazırlanan yatağa uzanmadığını ve şoföre sadece “Wilson gibi sür “dediğini fark ettiler. |
That is all. | Hepsi bu. |
Is it a story? | Bu bir hikaye mi? |
In the next morning's paper I saw a little news item, and the last sentence of it may help you (as it helped me) to weld the incidents together. | Ertesi sabahki gazetede küçük bir haber gördüm ve bu haberin son cümlesi (bana olduğu gibi) olayları birbirine bağlamanıza yardımcı olabilir. |
It recounted the reception into Bellevue Hospital of a young woman who had been removed from No. 49 East - Street, suffer ing from debility induced by starvation. | Gazete haberi açlığın yol açtığı halsizlikten acı çeken, Doğu Caddesi 49 No'lu evden uzaklaştırılan genç bir kadının Bellevue Hastanesi'ne kabulünü anlatıyordu. |
'Dr. | Haber şu sözlerde sona eriyordu: ”Vakaya katılan ambulans doktoru William Jackson hastanın iyileşeceğini söylüyor. |
V | V |
A Service ofLove | Sevgi Hizmeti |
WHEN ONE LOVES ONES ART no service seems too hard. | Kişi sanatı sevdiğinde hiçbir hizmet çok zor görünmez. |
That is our premise. | Bizim önermemiz budur. |
This story shall draw a conclusion from it, and show at the same time that the premise is incorrect. | Bu hikaye bundan bir sonuç çıkaracak ve aynı zamanda önermenin yanlış olduğunu da gösterecek. |
That will be a new thing in logic, and a feat in story-telling somewhat older | Bu, mantıkta yeni bir şey olacak ve hikaye anlatmada Çin Seddi'nden biraz daha eski bir ustalık olacak. |
Joe Larrabee came out of the post-oak flats of the Middle West | Joe Larrabee, Orta Batı'nın meşe sonrası düzlüklerinden resim sanatı konusunda bir dehayla titreyerek çıktı. |
At six he drew a picture of the town pump with a prominent citizen passing it hastily. | Saat altıda, önde gelen bir vatandaşın aceleyle yanından geçtiği kasabanın pompasının resmini çizdi. |
This effort was framed and hung in the drug store window by the side of the ear of corn with an uneven number of rows. | Bu çaba çerçevelendi ve eczanenin vitrinine eşit olmayan sayıda sıra halinde mısır koçanının yanına asıldı. |
At twenty he left for New York with a flowing necktie and a capital tied up somewhat closer. | Yirmi yaşında, dökümlü bir kravat ve biraz parayla New York'a gitti. |
Delia Caruthers did things in six octaves so promisingly in a pine-tree village in the South that her relatives chipped in enough in her chip hat for her to go 'North' and 'finish.' | Delia Caruthers, Güney'deki bir çam ağacı köyünde altı oktavda işleri o kadar umut verici bir şekilde yaptı ki, akrabaları onun 'Kuzey'e gitmesi ve 'bitirmesi' için çip şapkasına yeterince katkıda bulundu. |
They could not see her f -, but that is our story Joe and Delia met in an atelier where a number of art and music students had gathered to discuss chiaroscuro, Wagner, music, Rembrandt's works pictures, Waldteufel, wall-paper, Chopin, and Oolong. | Onu göremediler ama bu bizim hikayemiz… |
Joe and Delia became enamoured one of the other or each of the other, as you please, and in a short time were married - for (see above), when one loves one's Art no service seem too hard. | Joe ve Delia, nasıl dersiniz, birbirlerine ya da birbirlerine aşık oldular. |
Mr. and Mrs. Larrabee began housekeeping in a flat. | Ve kısa sürede evlendiler. |
It was a lonesome flat - something like the A sharp way down at the left- hand end of the keyboard. | Çünkü insan sanatını sevdiğinde hiçbir hizmet çok zor görünmez. |
And they were happy; for they had their Art and they had each other. | Bay ve Bayan Larrabee bir dairede temizlik yapmaya başladılar. |
And my advice to the rich young man would be - sell all thou hast, and give it to the poor - janitor for the privilege of living in a flat with your Art and your Delia. | Yalnız bir daireydi- klavyenin sol ucundaki keskin A harfine benzer bir şey. |
Flat-dwellers shall endorse my dictum that theirs is the only true happiness. | Ve mutluydular; çünkü onların sanatları vardı ve birbirlerine sahiptiler. |
If a home is happy it cannot fit too close - let the dresser collapse and become a billiard table; let the mantel turn to a rowing machine, the escritoire to a spare bedchamber, the wash- stand to an upright piano; let the four walls come together, if they will, so you and your Delia are between. | Ve zengin genç adama tavsiyem şu: Sahip olduğun her şeyi sat ve fakirlere ver. |
But if home be the other kind, let it be wide and long - enter you at the Golden Gate, hang your hat on Hatteras, your cape on Cape Horn, and go out by Labrador. | Art'ın ve Delia'nla bir apartman dairesinde yaşama ayrıcalığını yaşa. |
Joe was painting in the class of the great Magister - you know his fame. | Dairede yaşayanlar, kendilerininkinin tek gerçek mutluluk olduğu yönündeki fikrimi onaylayacaklardır. |
His fees are high; his lessons are light - his high-lights have brought him renown. | Bir ev mutluysa, çok yakına sığamaz. |
Delia was studying under Rosenstock - you know his repute as a disturber of the piano keys. | bırakın şifonyer yıkılsın ve bir bilardo masasına, şömine rafı bir kürek çekme makinesine, yazı masası boş bir yatak odasına, lavabo sehpası dik bir piyanoya dönüşsün. |
So is every - but I will not be cynical. | Dört duvar bir araya gelsin, eğer isterlerse, sen ve Delia'nın arasında olsun. |
Joe was to become capable very soon of turning out pic tures that old gentlemen with thin side-whiskers and thick pocket- books would sandbag one another in his studio for the privilege of buying. | Ama eğer ev başka türlü olacaksa, geniş ve uzun olsun; Golden Gate'den gir, Hatteras'a şapkanı as, Horn Burnu'na pelerinini tak ve Labrador'dan çık. |
Delia was to become familiar and then contemptuous with Music, so that when she saw the orchestra seats and boxes unsold she could have sore throat and lobster in a private dining-room and refuse to go on the stage. | Joe büyük Magister'ın sınıfında resim yapıyordu- onun ününü biliyorsunuz. |
But the best, in my opinion, was the home life in the little flat - the ardent, voluble chats after the day's study; the cosy dinners and fresh, light breakfasts; the interchange of ambitions - ambi tions interwoven each with the other's or else inconsiderable - the mutual help and inspiration; and - overlook my artlessness - stuffed olives and cheese sandwiches at 11p.m. | Ücreti yüksektir; dersleri hafiftir- yüksek notları ona ün kazandırmıştır. |
But after awhile Art flagged. | Paraları dayandığı sürece çok mutluydular. |
It sometimes does, even if some switchman doesn't flag it. | Herkes de öyle ama alaycı olmayacağım. |
Everything going out and nothing coming in, as the vulgarians say. | Amaçları çok açık ve tanımlanmıştı. |
Money was lacking to pay Mr. Magister and Herr Rosenstock their prices. | Joe çok yakında, ince favorili ve kalın cepli yaşlı beyefendilerin, satın alma ayrıcalığı için stüdyosunda birbirlerini kum torbalarına koyacakları resimleri ortaya çıkarabilecek yetenekte olacaktı. |
So, Delia said she must give music lessons to keep the chafing dish bubbling. | Delia Müzik'e alışacak ve sonra küçümseyecek, böylece orkestra koltuklarının ve satılmamış kutuların olduğunu görünce özel bir yemek odasında boğaz ağrısı hissedip ıstakoz yiyebilecek ve sahneye çıkmayı reddedebilecekti. |
One evening she came home elated. | Ama bana göre en iyisi küçük dairedeki ev hayatıydı; günlük çalışmadan sonra yapılan ateşli, geveze sohbetler; rahat akşam yemekleri ve taze, hafif kahvaltılar; hırsların değiş tokuşu - birbirlerininkilerle iç içe geçmiş ya da önemsiz olan hırslar - karşılıklı yardım ve ilham; ve -sanatsızlığımı bir kenara bırakın- saat 23:00'te zeytin dolmaları ve peynirli sandviçler. |
Such a splendid house, Joe - you ought to see the front door! | Ancak bir süre sonra Art bayrak sallamaya başladı. |
Byzantine I think you would call it. | Bazı makasçılar bunu işaretlemese bile bazen öyle oluyor. |
And inside! | Bayağı insanların söylediği gibi her şey dışarı çıkıyor ve hiçbir şey içeri girmiyor. |
'My pupil is his daughter Clementina. | Bay Magister ve Bay Rosenstock'a ücretlerini ödeyecek para yoktu. |
I dearly love her already. | İnsan sanatını sevdiğinde hiçbir hizmet çok zor görünmez. |
She's a delicate thing - dresses always in white; and the sweetest, simplest manners! | Bu yüzden Delia, reşo kabının köpürmesini sağlamak için müzik dersleri vermesi gerektiğini söyledi. |
Only eighteen years old. | İki ya da üç gün boyunca öğrenciler için kampanya yapmaya gitti. |
I'm to give three lessons a week; and, just think, Joe! | Bir akşam eve sevinçle geldi. |
$5 a lesson. | “Joe, canım” dedi neşeyle. |
I don't mind it a bit; for when I get two or three more pupils I can resume my lessons with Herr Rosenstock. | “Bir öğrencim var. Ve ah, en sevimli insanlar! Genel- Genel A.B. Pinkney'nin kızı- Yetmiş Birinci Cadde'de. Ne muhteşem bir ev Joe, ön kapıyı görmelisin. Bizans diyeceğinizi düşünüyorum. Ve içeride! Joe, daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim.” |
'That's all right for you, Dele,' said Joe, attacking a can of peas with a carving knife and a hatchet, 'but how about me? Do you think I'm going to let you hustle for wages while I philander in the regions of high art? Not by the bones of Benvenuto Cellini! I guess I can sell papers or lay cobblestones, and bring in a dollar or two.' | “Öğrencim onun kızı Clementina. Onu zaten çok seviyorum. O narin bir şeydir; her zaman beyaz giyinir; ve en tatlı, en basit tavırlar! Sadece on sekiz yaşında. Haftada üç ders vereceğim; ve bir düşün Joe! Ders başına 5 dolar. Biraz umurumda değil; çünkü iki ya da üç öğrencim daha olduğunda Bay Rosenstock'tan derslerime devam edebilirim. Şimdi kaşlarının arasındaki kırışıklığı düzelt canım, hadi güzel bir akşam yemeği yiyelim.” |
Delia came and hung about his neck. | “Senin için sorun değil Dele” dedi Joe, bir bezelye konservesine oyma bıçağı ve baltayla saldırırken. |
You must keep on at your studies. | “Peki ya ben? Ben yüksek sanat alanlarında çapkınlık yaparken, senin ücret için koşuşturmana izin vereceğimi mi sanıyorsun? Benvenuto Cellini'nin kemiklerine göre değil! Sanırım kâğıt satabilir ya da parke taşı döşeyip bir iki dolar getirebilirim.” |
While I teach I learn. | Delia geldi ve boynuna asıldı. |
I am always with my music. | "Joe, canım, aptalsın. Çalışmalarına devam etmelisin. Müziğimi bırakıp başka bir işte çalışmaya gitmiş gibi değilim. Öğretirken öğreniyorum. Ben her zaman müziğimin yanındayım. Ve haftada 15 dolarla milyonerler kadar mutlu yaşayabiliriz. Bay Magister’den ayrılmayı düşünmemelisin." |
You mustn't think of leaving Mr. Magister. | “Pekâlâ" dedi Joe, mavi taraklı sebze tabağına uzanarak. "Ama ders vermenden nefret ediyorum. Bu Sanat değil. Ama sen bir kozsun ve bunu yapmak için çok sevin.” |
'But I hate for you to be giving lessons. It isn't Art. But you're a trump and a dear to do it.' | “İnsan Sanatını sevdiğinde hiçbir hizmet çok zor görünmez” dedi Delia. |
'When one loves one's Art no service seems too hard,' said Delia. | "Magister parkta yaptığım eskizde gökyüzünü övüyordu" dedi Joe. |
'Magister praised the sky in that sketch I made in the park,' said Joe. | “Ve Tinkle resimlerinden ikisini penceresine asma izni verdi. Eğer doğru türden paralı bir aptal onları görürse satabilirim.” |
'And Tinkle gave me permission to hang two of them in his window. | "Eminim öyle yapacaksın" dedi Delia tatlı bir şekilde. |
I may sell one if the right kind of a moneyed idiot sees | “Ve şimdi General Pinkney'e ve bu dana rostosu için şükredelim.” |
them. | Sonraki hafta boyunca Larrabee'ler erkenden kahvaltı yaptılar. |
'I'm sure you will,' said Delia sweetly. | Joe, Central Park'ta yaptığı bazı sabah efektli eskizlerden heyecan duyuyordu. |
'And now let's be thankful for General Pinkney and this veal roast.' | Delia onu kahvaltıya götürdü, şımarttı, övdü ve saat yedide öptü. |
During all of the next week the Larrabees had an early break | Sanat ilgi çekici bir metrestir. |
fast. | Akşam döndüğünde saat çoğu zaman saat yediydi. |
Joe was enthusiastic about some morning-effect sketches he was doing in Central Park, and Delia packed him off breakfasted, coddled, praised, and kissed at seven o'clock. | Haftanın sonunda, tatlı bir şekilde gururlu ama durgun olan Delia, 8 x 10 (fit) büyüklüğündeki düz salonun 8 x 10 (inç) orta masasına üç adet beş dolarlık banknotu muzaffer bir şekilde fırlattı. |
It was most times seven o'clock when he returned in the evening. | "Bazen" dedi biraz bıkkın bir ifadeyle. |
At the end of the week Delia, sweetly proud but languid, tri umphantly tossed three five-dollar bills on the 8 by 10 (inches) centre table of the 8 by 10 (feet) flat parlour. | "Clementina beni deniyor. Korkarım yeterince pratik yapmıyor ve ben de ona sık sık aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyorum. Sonra hep beyaz giyiniyor ve bu da monotonlaşıyor. Ama General Pinkney çok sevgili bir ihtiyar! Keşke onu tanıyabilseydin, Joe. Bazen ben Clementina'yla piyanonun başındayken içeri giriyor - o bir dul, biliyorsun - ve orada durup beyaz keçi sakalını çekiyor. "Onaltılık ve yarım onaltılık notalar nasıl ilerliyor” diye hep sorar. |
And then she always dresses entirely in white, and that does get monotonous. | “Keşke o oturma odasındaki lambiriyi görebilseydin Joe! Ve şu Astrahan halı portierleri. Clementina'nın çok komik bir öksürüğü var. Umarım göründüğünden daha güçlüdür. Ah, ona gerçekten bağlanıyorum, o kadar nazik ve asil ki. General Pinkney'in erkek kardeşi bir zamanlar Bolivya Bakanıydı”. |
I wish you could know him, Joe. | Sonra Joe, Monte Cristo edasıyla onluk, beşlik, ikilik ve birlik -hepsi de yasal ihale banknotları- çıkardı ve bunları Delia'nın kazancının yanına koydu. |
"And how are the semiquavers and the demi-semiquavers progressing?" he always asks. | "Dikilitaş'ın suluboya resmini Peoria'dan bir adama sattım" diye açıkladı ezici bir sesle. |
'I wish you could see the wainscoting in that drawing-room, Joe! | "Benimle dalga geçme" dedi Delia. |
And those Astrakhan rug portières. | "Peoria'dan değil! |
And Clementina has such a funny little cough. | "Sonuna kadar. |
I hope she is stronger than she looks. | Keşke onu görebilseydin, Dele. |
Oh, I really am getting attached to her, she is so gentle and high bred. | Yün atkısı ve tüyden kürdanı olan şişman bir adam. |
And then Joe, with the air of a Monte Cristo, drew forth a ten, a five, a two and a one - all legal tender notes - and laid them beside | Tinkle'ın vitrinindeki çizimi görmüş ve önce yel değirmeni sanmış. |
Delia's earnings. | Yine de oyuna geldi ve yine de satın aldı. |
'Don't joke with me,' said Delia - 'not from Peoria!' | Yanında götürmek üzere bir tane daha sipariş etti. |
I wish you could see him, Dele. | Lackawanna yük garının yağlıboya bir çizimi. |
Fat man with a | Müzik dersleri! |
woollen muffler and a quill toothpick. | Oh, sanırım Sanat hala işin içinde. |
He saw the sketch in Tinkle's window and thought it was a windmill at first. | Delia içtenlikle, "Devam ettiğine çok sevindim," dedi. |
He ordered another - an oil sketch of the Lackawanna freight depot - to take back with him. | “Mutlaka kazanacaksın canım. Otuz üç dolar! Daha önce hiç bu kadar harcayacak paramız olmamıştı. Bu gece istiridye yiyebileceğiz.” |
Oh, I guess Art is still in it. | Joe, "Ve petrollü fileto mignon" dedi. |
'You're bound to win, dear. | “Zeytin çatalı nerede?” |
W e never had so much to spend before. | Ertesi cumartesi akşamı Joe eve ilk ulaşan oldu. |
'And filet mignon with champignons,' said Joe. | 18 dolarını oturma masasının üzerine yaydı ve elindeki büyük miktarda koyu boyayı yıkadı. |
On the next Saturday evening Joe reached home first. | Yarım saat sonra Delia geldi, sağ eli şekilsiz bir sargı ve bandaj demeti ile bağlıydı. |
Half an hour later Delia arrived, her right hand tied up in a shapeless bundle of wraps and bandages. | Her zamanki selamlamaların ardından “Bu nasıl?” diye Joe'ya sordu. |
'How is this?' asked Joe after the usual greetings. | Delia güldü ama pek neşeli değildi. |
Delia laughed, but not very joyously. | "Clementina," diye açıkladı, "dersinden sonra bir Gal tavşanı için ısrar etti. |
her lesson. | O çok tuhaf bir kız. |
Welsh rabbits at five in the afternoon. | Öğleden sonra beşte Gal tavşanları. |
The General was there. | General oradaydı. |
You should have seen him run for the chafing dish, Joe, just as if there wasn't a servant in the house. | Sanki evde hizmetçi yokmuş gibi Clementina’nın reşo tabağına koştuğunu görmeliydin Joe. |
I know Clementina isn't in good health; she is so nervous. | Clementina'nın sağlığının iyi olmadığını biliyorum; o çok gergin. |
In serving the rabbit she spilled a great lot of it, boiling hot, over my hand and wrist. | Tavşanı servis yaparken, elime ve bileğime kaynayan sıcak bir sürü şey döktü. |
It hurt awfully, Joe. | Çok acıttı, Joe. |
And the dear girl was so sorry! | Ve Clementina çok üzüldü. |
But General Pinkney! | Ama General Pinkney! |
- Joe, that old man nearly went dis- tracted. | Joe, o yaşlı adamın neredeyse dikkati dağılacaktı. |
He rushed downstairs and sent somebody - they said the furnace man or somebody in the basement - out to a drug store for some oil and things to bind it up with. | Aşağı koştu ve birini- fırıncı ya da bodrumdaki biri dediler- biraz yağ ve onu bağlayacak şeyler için bir eczaneye gönderdi. |
'What's this?' asked Joe, taking the hand tenderly and pulling at some white strands beneath the bandages. | Şimdi o kadar acıtmıyor. |
She had seen the money on the table. | “Bu nedir? |
'Did I?' said Joe. | “diye sordu Joe. |
'Just ask the man from Peoria. He got his depot to-day, and he isn't sure but he thinks he wants another parkscape and a view on the Hudson. What time this afternoon did you burn your hand, Dele?' | Elini şefkatle tuttu ve bandajların altındaki beyaz telleri çekti. |
'The iron - I mean the rabbit came off the fire about that time. You ought to have seen General Pinkney, Joe, when - ' | "Yumuşak bir şey" dedi Delia. |
'Sit down here a moment, Dele,' said Joe. | "üzerinde yağ vardı. |
He drew her to the couch, sat down beside her and put his arm across her shoulders. | Oh, Joe, başka bir eskiz mi sattın? |
'What have you been doing for the last two weeks, Dele?' he asked. | Masanın üzerindeki parayı görmüştü. |
She braved it for a moment or two with an eye full of love and stubbornness, and murmured a phrase or two vaguely of General Pinkney; but at length down went her head and out came the truth and tears. | “Acaba” dedi Joe. |
'I couldn't get any pupils,' she confessed. | “Peoria'daki adama sor. Deposunu bugün aldı ve emin değil; başka bir park manzarası ve Hudson manzarası istediğini düşünüyor. Bu öğleden sonra saat kaçta elini yaktın Dele?” |
Joe? | "Sanırım saat beş" dedi Dele kederli bir şekilde. |
You're not angry are you, Joe? | "Demir - yani tavşan- o sıralarda ateşten çıktı. |
'He wasn't from Peoria,' said Joe slowly. | General Pinkney'i görmeliydin, Joe, ne zaman...” |
How clever you are, Joe - and - kiss me, Joe - and what made you ever suspect that I wasn't giving music lessons to Clementina?' | "Bir dakika burada otur Dele" dedi Joe. |
'I didn't,' said Joe, 'until to-night. And I wouldn't have then, only I sent up this cotton waste and oil from the engine-room this afternoon for a girl upstairs who had her hand burned with a smoothing-iron. I've been firing the engine in that laundry for the last two weeks.' | Onu kanepeye çekti, yanına oturdu ve kolunu omuzlarına koydu. |
'My purchaser from Peoria,' said Joe, 'and General Pinkney are both creations of the same art - but you wouldn't call it either painting or music. | "Son iki haftadır ne yapıyorsun Dele? |
And then they both laughed, and Joe began: | diye sordu. |
'When one loves one's Art no service seems - ' | Sevgi ve inatçılık dolu bir gözle bir iki dakika cesaret etti ve General Pinkney'den belli belirsiz bir iki cümle mırıldandı. |
'No,' she said - | Ama sonunda başı aşağı indi ve gerçek ve gözyaşları dışarı çıktı. |
VI | Dell “Hiç öğrenci alamadım” diye itiraf etti. |
EVERY SATURDAY NIGHT the Clover Leaf Social Club gave a hop in the hall of the Give and Take Athletic Association on the East Side. | “Ve derslerinden vazgeçmene dayanamam. Yirmi Dördüncü Cadde'deki büyük çamaşırhanede gömlek ütüleyecek bir yerim var. Ve sanırım hem General Pinkney'i hem de Clementina'yı telafi etmekle çok iyi iş çıkardım, öyle değil mi Joe? bu öğleden sonra çamaşırhanedeki bir kız elime sıcak ütüyü koyduğunda, ben de eve kadar tüm yol boyunca Gal tavşanı hakkındaki hikâyeyi uyduruyordum. Kızgın değilsin değil mi Joe? eğer işi almasaydım eskizlerini Peoria'lı o adama satamazdın.” |
Still, any Clover Leaf was privi leged to escort or be escorted by an outsider to a single dance. | "Peoria'dan değildi," dedi Joe yavaşça. |
But mostly each Give and Take brought the paper-box girl that he affected; and few strangers could boast of having shaken a foot at the regular hops. | “Nereli olduğu önemli değil. Ne kadar zekisin Joe. Öp beni Joe. Clementina'ya müzik dersi vermediğimden şüphelenmeni sağlayan şey neydi?” |
Anna and Maggie worked side by side in the factory, and were the greatest chums ever. | "Bu geceye kadar şüphelenmedim" dedi Joe. |
The Give and Take Athletic Association lived up to its name. | Ve şüphelenmezdim de. |
With the fibres thus builded up the members were wont to engage the police and rival social and athletic organiza tions in joyous combat. | Sadece bu öğleden sonra makine dairesinden bu pamuk atıklarını ve yağı, elini düzleştirici ütüyle yakmış üst kattaki bir kıza gönderdim. |
For sometimes the tip went | Son iki haftadır o çamaşırhanede motoru ateşliyorum. |
On Saturdays Rhinegold's paper-box factory closed at 3 p.m. On one such afternoon Anna and Maggie walked homeward together. | Sen de bu durumdan hiç şüphelenmedin. |
But what was this? | “Peoria'dan olan müşteri ve General Pinkney aynı sanatın eserleri; ama buna resim ya da müzik diyemezsiniz.” |
'Thanks, Anna,' said Maggie; 'but you and Jimmy needn't bother to-night. I've a gentleman friend that's coming 'round to escort me to the hop.' | Sonra ikisi de güldü ve Joe başladı: “İnsan sanatını sevdiğinde hiçbir hizmet görünmez.” |
Maggie Toole catch a fellow! | Delia elini dudaklarına götürerek onu durdurdu. |
two-step or a moonlit bench in the little park. | “Hayır'” dedi. |
How was it? | “Sadece insan sevdiğinde.” |
When did it happen? | VI |
Who was it? | Maggie’nin Çıkışı |
'You'll see to-night,' said Maggie, flushed with the wine of the first grapes she had gathered in Cupid's vineyard. | Yonca Yaprağı Sosyal Kulübü, her cumartesi gecesi Doğu Yakası'ndaki Ver ve Al Atletizm Birliği'nin salonunda bir heyecan yaratırdı. |
'He's swell all right. He's two inches taller than Jimmy, and an up-to-date dresser. I'll introduce him, Anna, just as soon as we get to the hall.' | Bu danslardan birine katılabilmek için Give and Take'e üye olmanız ya da vals yapmaya sağ ayakla başlayan bölüme dahil olmanız durumunda Rhinegold'un karton kutu fabrikasında çalışmanız gerekmektedir. |
Anna's eyes were brightly fixed upon the door of the hall to catch the first glimpse of her friend's 'catch. | Yine de herhangi bir Yonca Yaprağı tek bir dansa eşlik etme veya dışarıdan biri tarafından eşlik edilme ayrıcalığına sahipti. |
At 8.30 Miss Toole swept into the hall with her escort. | Ama çoğunlukla her Ver ve Al, etkilediği karton kutudaki kızı yanında getiriyordu; ve çok az yabancı normal şerbetçiotuna ayak basmakla övünebilirdi. |
'Oh, gee!' cried Anna, 'Mag ain't made a hit - oh, no! Swell fellow? Well, I guess! Style? Look at 'um.' | Maggie Toole donuk gözleri, geniş ağzı ve iki adımdaki solak ayak hareketleri nedeniyle Anna McCarty ve onun arkadaşı ile dansa gitti. |
'Go as far as you like,' said Jimmy, with sandpaper in his voice. | Anna ve Maggie fabrikada yan yana çalışıyorlardı ve gelmiş geçmiş en iyi arkadaşlardı. |
'Cop him out if you want him. These new guys always win out with the push. Don't mind me. He don't squeeze all the limes, I guess. Huh!' | Bu yüzden Anna, arkadaşının onlarla dansa gidebilmesi için her Cumartesi gecesi Jimmy Burns'ün onu Maggie'nin evine götürmesini sağlardı. |
You know what I mean. | Ver ve Al Atletizm Birliği ismine yakışır bir şekilde yaşadı. |
First fellow she ever had. | Derneğin Orchard Caddesi'ndeki salonu kas yapıcı icatlarla donatılmıştı. |
Across the floor Maggie sailed like a coquettish yacht convoyed by a stately cruiser. | Bu sayede kaslı üyeleriyle polislerle ve rakip sosyal ve atletik organizasyonlarla keyifli bir mücadeleye girişme alışkanlığına sahip oldular. |
He stood two inches taller than the average Give and Take athlete; his dark hair curled; his eyes and his teeth flashed whenever he bestowed his frequent smiles. | Bu daha ciddi meşguliyetler arasında, kâğıt kutusu fabrikası kızlarıyla cumartesi geceleri yapılan zıplamalar, arındırıcı bir etki ve etkili bir perde olarak geldi. |
The young men of the Clover Leaf Club pinned not their faith to the graces of person as much as they did to its prowess, its achievements in hand-to-hand conflicts, and its preservation from the legal duress that constantly menaced it. | Çünkü bazen bahşiş dönüyordu ve eğer karanlık arka merdivenlerden parmak uçlarınızla yukarı çıkan seçkinler arasındaysanız, iplerin içinde hiç olmadığı kadar düzgün ve tatmin edici bir küçük ağır sıklet müsabakası izleyebilirdiniz. |
the association who would bind a paper-box maiden to his conquering chariot scorned to employ Beau Brummel airs. | Cumartesi günleri Rhinegold'un kâğıt kutusu fabrikası saat 15.00'te kapanıyordu. |
They were not considered honourable methods of warfare. | Böyle bir öğleden sonra Anna ve Maggie birlikte eve doğru yürüdüler. |
the coat straining at its buttons over the chest, the air of conscious conviction of the super- eminence of the male in the cosmogony of creation, even a calm display of bow legs as subduing and enchant ing agents in the gentle tourneys of Cupid - these were the approved arms and ammunition of the Clover Leaf gallants. | Maggie'nin kapısında Anna her zamanki gibi şöyle dedi: “Saat tam yedide hazır ol, Mag; Jimmy ve ben seni almaya geleceğiz.” |
'A friend of mine, Mr. Terry O'Sullivan,' was Maggie's formula of introduction. | Peki bu neydi? |
Almost was she pretty now, with the unique luminosity in her eyes that comes to a girl with her first suitor and a kitten with its first mouse. | Refakatsiz olanın alışılagelmiş alçakgönüllü ve minnettar teşekkürlerinin yerine, yüksek bir kafa, geniş bir ağzın kenarlarında alaycı bir çukur ve donuk kahverengi bir gözde neredeyse bir ışıltı algılanıyordu. |
'Pipe Mag's floor-walker' - thus the Give and Takes expressed their indifferent contempt. | "Teşekkürler Anna" dedi Maggie. |
She felt and showed so much gratitude whenever a self-sacrificing partner invited her to dance that his pleasure was cheapened and diminished. | “Ama sen ve Jimmy'nin bu gece uğraşmanıza gerek yok. Bana baloya kadar eşlik etmek için gelen beyefendi bir arkadaşım var.” |
But to-night the pumpkin had turned to a coach and six. | Güzel Anna arkadaşının üzerine atladı, onu sarstı, azarladı ve yalvardı. |
And though our tropes of fairy land be mixed with those of entomology they shall not spill one drop of ambrosia from the rose- crowned melody of Maggie's one perfect night. | Maggie Toole bir adam yakaladı! |
The Clover Leaf young men, after two years of blindness, suddenly perceived charms in Miss Toole. | Sade, sevgili, sadık, çekici olmayan Maggie, bir arkadaş kadar tatlı, küçük parktaki iki adımlık ya da ay |
Sample Translation Art/Literary
Art/Literary Sample Translation
Source (English) | Target (Turkish) |
---|---|
Introduction | Giriş |
It's hard to believe that I wrote Number the Stars more than | “Yıldızları Numaralandır”ı yirmi yıldan fazla bir süre önce yazdığıma inanmak zor. |
It seems like yesterday that I answered the phone | Karlı bir Ocak sabahı telefona cevap verdiğimde 1990 Newbery Madalyası'na layık görüldüğü haberini aldığım gün sanki dün gibi. |
awarded the 1990 Newbery Medal. | Uzun zaman önce basılan kitapların çoğu, tozlu kütüphane raflarında hoş, rahatsız edilmeyen bir emekliliğe dönüştü ya da ara sıra bir araştırma makalesinin konusu haline geldi. |
But Number the Stars | Ancak ‘Yıldızları Numaralandır’ kendi uzun ve canlı yaşamını kazanmış gibi görünüyor. |
seems to have acquired its own long and vibrant life; not a day goes by that I don't hear from a passionate reader of the book—some of them parents who remember it from their childhood and are now reading it with their own children. | Kitabı tutkulu bir okuyucudan duymadığım bir gün geçmiyor; bazıları kitabı çocukluklarından hatırlayan ve şimdi kendi çocuklarıyla birlikte okuyan ebeveynlerden oluşuyor. |
I think readers of every age match themselves against the protagonists of books they love. | Bence her yaştan okur, sevdiği kitapların kahramanlarıyla kendini eşleştiriyor. |
Would I have done that? | Bunu yapar mıydım? |
they ask themselves as they follow a fictional character through a novel. | Kurgusal bir karakteri bir roman üzerinden takip ederken bu soruyu kendilerine soruyorlar. |
What choice would I have made? | Hangi seçimi yapardım? |
And ten—the age of Annemarie in Number the Stars, and the approximate age of most of the book's readers—is an age when young people are beginning to develop a strong set of personal ethics. | Ve onuncu yaş – “Yıldızları Numaralandır” daki Annemarie'nin yaşı ve kitabın okuyucularının çoğunun yaklaşık yaşı - gençlerin güçlü bir kişisel ahlak seti geliştirmeye başladıkları bir yaştır. |
They want to be honorable people. | Onurlu insanlar olmak istiyorlar. |
They want to do the right thing. | Doğru olanı yapmak istiyorlar. |
And they are beginning to realize that the world they live in is | Ve yaşadıkları dünyada doğru şeyin çoğu zaman zor, bazen tehlikeli ve sıklıkla beğenilmediği bir yer olduğunu anlamaya başlıyorlar. |
and frequently unpopular. | Bu yüzden, korkutucu bir durumla karşı karşıya kalan ve karar vermesi gereken kendi yaşlarında bir kızın hikayesini takip ediyorlar. |
She could take the easy way out. | Kolay yolu seçebilirdi. |
She could turn her back on her friend. | Arkadaşına sırtını dönebilirdi (Yıldızları Numaralandır’ın okuyucuları yaşlandıkça ve diğer Holokost literatürünü okudukça, Danimarka'da değil, diğer ülkelerdeki birçok insanın tam da bunu yaptığını görecekler). |
Young readers rejoice when Annemarie takes a deep breath, enters the woods, faces the danger, stands up to the enemy, and triumphs. | Genç okuyucular Annemarie'nin derin bir nefes almasına, ormana girmesine, tehlikeyle yüzleşmesine, düşmana karşı çıkıp zafer kazanmasına seviniyor. |
When the book was newly published, it found its way into the hands and hearts of children who had read about but never experienced war. | Kitap yeni yayınlandığında savaşı okumuş ama savaşı hiç yaşamamış çocukların ellerinde ve kalplerinde yerini buldu. |
Now, sadly, I have heard from young readers who have lost a parent or an older brother in Iraq or Afghanistan. | Şimdi ne yazık ki Irak'ta veya Afganistan'da ebeveynlerini veya ağabeylerini kaybeden genç okuyuculardan haber aldım. |
We all know how easy it is, and how futile, to blame and to hate. | Suçlamanın ve nefret etmenin ne kadar kolay ve ne kadar beyhude olduğunu hepimiz biliyoruz. |
I think the history of Denmark has much to teach us all. | Danimarka tarihinin hepimize öğreteceği çok şey olduğunu düşünüyorum. |
The book has been published in many countries now, translated into countless different languages from Hungarian to Hebrew. | Kitap şu anda birçok ülkede basıldı ve Macarca'dan İbranice'ye kadar sayısız farklı dile çevrildi. |
Everywhere children are still reading about the integrity that a small Scandinavian population showed almost seventy years ago. | Her yerde çocuklar hâlâ küçük bir İskandinav nüfusunun neredeyse yetmiş yıl önce gösterdiği dürüstlüğü okuyor. |
Books do change lives, I know; and many readers have told me that Number the Stars changed theirs when they were young, that it made them think about both cruelty and courage. | Kitapların hayatları değiştirdiğini biliyorum; ve pek çok okuyucu bana “Yıldızları Numaralandır”ın gençken kendilerini değiştirdiğini, bunun onlara hem zalimlik hem de cesaret hakkında düşündürdüğünü söyledi. |
"It was something that shaped my idea of how people should be treated," wrote a young woman recently, recalling her own fourth grade experience | Geçenlerde genç bir kadın, kitapla ilgili dördüncü sınıf deneyimini anımsayarak, "Bu, insanlara nasıl davranılması gerektiğine dair fikrimi şekillendiren bir şeydi" diye yazdı. |
The Danish friend who originally told me the story of her childhood in Copenhagen in 1943, and who became the prototype for the fictional Annemarie, is an old woman now. | Bana 1943'te Kopenhag'daki çocukluğunun öyküsünü anlatan ve kurgusal Annemarie'nin prototipi haline gelen Danimarkalı arkadaşım artık yaşlı bir kadın. |
So am I. | Ben de. |
We both love thinking of the children reading the story today, coming to it for the first time and realizing that once, for a brief time and in a small place, a group of prejudice-free people honored the humanity of others. | Bugün hikayeyi okuyan, hikayeye ilk kez gelen ve bir zamanlar, kısa bir süre için ve küçük bir yerde, önyargısız bir grup insanın başkalarının insanlığını onurlandırdığını fark eden çocukları düşünmeyi ikimiz de seviyoruz. |
Lois Lowry | Lois Lowry |
1. Why Are You Running? | 1. Neden Koşuyorsunuz? |
"I' l race you to the corner, E len!" | "Seninle köşeye kadar yarışacağım Ellen!" |
Annemarie adjusted the thick leather pack on her back so that her schoolbooks balanced evenly. | Annemarie sırtındaki kalın deri çantayı okul kitaplarının eşit şekilde dengelenmesi için ayarladı. |
"Ready?" | "Hazır?" |
She looked at her best friend. | En yakın arkadaşına baktı. |
E len made a face. | Ellen yüzünü buruşturdu. |
"No," she said, laughing. | "Hayır" dedi gülerek. |
"You know I can't beat you -—my legs aren't as long. Can't we just walk, like civilized people?" | "Seni yenemeyeceğimi biliyorsun; bacaklarım o kadar uzun değil. Medeni insanlar gibi yürüyemez miyiz? "İnce Annemarie'nin aksine, on yaşında tıknaz bir çocuktu. |
"We have to practice for the athletic meet on Friday—I know I'm going to win the girls' race this week. I was second last week, but I've been practicing every day. Come on, E len," Annemarie pleaded, eyeing the distance to the next corner of the Copenhagen street. | "Cuma günkü atletizm müsabakası için antrenman yapmalıyız; bu hafta kızlar yarışını kazanacağımı biliyorum. Geçen hafta ikinciydim ama her gün antrenman yapıyorum. Hadi Ellen," diye yalvardı Annemarie. |
"Please?" | "Lütfen?" |
E len hesitated, then nodded and shifted her own rucksack of books against her shoulders. | Ellen tereddüt etti, sonra başını salladı ve kitap dolu sırt çantasını omuzlarına doğru kaydırdı. |
"Oh, a l right. Ready," she said. | "Ah, pekala. Hazırım" dedi. |
"Go!" shouted Annemarie, and the two girls were off, racing along the residential sidewalk. | "Gidelim!"diye bağırdı Annemarie ve iki kız yerleşim yeri kaldırımında yarışmaya başladılar. |
Annemarie's silvery blond hair flew behind her, and E len's dark pigtails bounced against her shoulders. | Annemarie'nin gümüşi sarı saçları arkasında uçuştu ve Ellen'ın koyu örgülü saçları omuzlarına doğru sıçradı. |
"Wait for me!" wailed little Kirsti, left behind, but the two older girls weren't listening. | "Beni bekle!" diye bağırdı geride kalan küçük Kirsti ama iki büyük kız dinlemiyordu. |
Annemarie outdistanced her friend quickly, even though one of | Annemarie, Kopenhag'ın kuzeydoğu mahallesinde küçük dükkanların ve kafelerin önünden geçerek Østerbrogade adlı caddede hızla ilerlerken ayakkabılarından birinin bağı çözülmesine rağmen arkadaşından hızla uzaklaştı. |
Østerbrogade, past the sma l shops and cafés of her neighborhood | Gülerek, ipten yapılmış bir alışveriş çantası taşıyan, siyahlar içindeki yaşlı bir kadının yanından geçti. |
Laughing, she skirted an elderly lady | Bebek arabasındaki bebeği iten genç bir kadın yol vermek için kenara çekildi. |
A young | Köşe hemen ilerideydi. |
woman pushing a baby in a carriage moved aside to make way. | Annemarie köşeye ulaştığında nefes nefese başını kaldırdı. |
corner was just ahead. | Kahkahası kesildi. |
Annemarie looked up, panting, just as she reached the corner. | Kalbi atmayı bırakmış gibiydi. |
Her laughter stopped. | "Durun! |
Her heart seemed to skip a beat. | “Asker sert bir sesle emretti. |
"Halte!" the soldier ordered in a stern voice. | Almanca kelime korkutucu olduğu kadar tanıdıktı. |
The German word was as familiar as it was frightening. | Annemarie bunu daha önce de sık sık duymuştu ama şimdiye kadar hiç kendisine yöneltilmemişti. |
Behind her, E len also slowed and stopped. | Arkasında Ellen da yavaşlayıp durdu. |
Far back, little Kirsti was plodding along, her face in a pout because the girls hadn't | Uzaklarda, küçük Kirsti ağır ağır yürüyordu, kızlar onu beklemediği için yüzü asıktı. |
waited for her. | Annemarie başını kaldırıp baktı. |
Annemarie stared up. | İki tane vardı. |
There were two of them. | Bu, iki kask, ona dik dik bakan iki çift soğuk göz ve kaldırıma sıkı bir şekilde yerleşerek eve giden yolu tıkayan dört uzun, parlak çizme anlamına geliyordu. |
And it meant two rifles, gripped in the hands of the soldiers. | Ve bu, askerlerin ellerinde tuttuğu iki tüfek anlamına geliyordu. |
She stared at the rifles first. | Önce tüfeklere baktı. |
Then, fina ly, she looked into the face of the soldier who had ordered her to halt. | Sonra nihayet kendisine durmasını emreden askerin yüzüne baktı. |
"Why are you running?" the harsh voice asked. | "Neden koşuyorsun?" diye sordu sert ses. |
His Danish was | Dancası çok fakirdi. |
very poor. | Üç yıl, diye düşündü Annemarie küçümseyerek. |
Three years they've been in our country, and sti l they can't speak our language. | Üç yıldır ülkemizdeler ve hala dilimizi konuşamıyorlar. |
"I was racing with my friend," she answered politely. | "Arkadaşımla yarışıyordum" diye kibarca yanıtladı. |
"We have races at school every Friday, and I want to do we l, so I—" | “Her cuma okulda yarışlarımız var ve ben iyi olmak istiyorum, bu yüzden..." |
Her voice trailed away, the sentence unfinished. | Sesi azaldı, cümlesi yarım kaldı. |
Don't talk so much, she told herself. | Bu kadar çok konuşma, dedi kendi kendine. |
Just answer them, that's a l. | Sadece cevap ver, hepsi bu. |
She glanced back. | Askerlerden uzun boylu olanı ona doğru ilerledi. |
Farther back, Kirsti was sti l sulking, and walking slowly toward the corner. | Annemarie onun, boyu ve sert yakasından çıkan uzun boynu nedeniyle Ellen'la birlikte fısıltıyla "Zürafa" dedikleri kişi olduğunu fark etti. |
One of the soldiers, the ta ler one, moved toward her. | O ve ortağı her zaman bu köşedeydi. |
Annemarie recognized him as the one she and E len always ca led, in whispers, "the Giraffe" because of his height and the long neck that extended from his stiff co lar. | Tüfeğinin dipçiğiyle sırt çantasının köşesini dürttü. |
He and his partner were always on this corner. | Annemarie titredi. |
He prodded the corner of her backpack with the stock of his rifle. | “Burada ne var? |
Annemarie trembled. | diye yüksek sesle sordu. |
"What is in here?" he asked loudly. | Göz ucuyla dükkan sahibinin sessizce kapının gölgelerine doğru gözden kaybolduğunu gördü. |
From the corner of her eye, she saw the shopkeeper move quietly back into the shadows of the doorway, out of sight. | "Okul kitapları," diye dürüstçe yanıtladı. |
"Schoolbooks," she answered truthfu ly. | "İyi bir öğrenci misin?" diye sordu asker. |
"Are you a good student?" the soldier asked. | Alay ediyor gibiydi. |
He seemed to be | "Evet." |
sneering. | "Adın ne?" |
"Yes." | "Annemarie Johansen." |
"What is your name?" "Annemarie Johansen." | "Arkadaşın da iyi bir öğrenci mi?" |
"Your friend—is she a good student, too?" lie was looking beyond her, at E len, who hadn't moved. | Lie onun ötesinde, hareket etmeyen Ellen'a bakıyordu. |
Annemarie looked back, too, and saw that E len's face, usua ly rosy-cheeked, was pale, and her dark eyes were wide. | Annemarie de arkasına baktı ve Ellen'ın genellikle pembe yanaklı olan yüzünün solgun olduğunu ve kara gözlerinin iri iri açılmış olduğunu gördü. |
She nodded at the soldier. | Askere başıyla selam verdi. |
"Better than me," she said. | “Benden daha iyi" dedi. |
"What is her name?" | "Onun adı ne?" |
"E len." | "Ellen." |
"And who is this?" he asked, looking to Annemarie's side. | "Ve bu kim? |
Kirsti had appeared there suddenly, scowling at everyone. | diye sordu Annemarie'nin yanına bakarak. |
"My little sister." | Kirsti aniden orada belirmiş, herkese kaşlarını çatmıştı. |
The soldier reached down and stroked her little sister's short, tangled curls. | "Benim küçük kardeşim." |
Stand sti l, Kirsti, Annemarie ordered silently, praying that somehow the obstinate five-year-old would receive the | Kirsti'nin eline uzandı ama her zaman inatçı olan Kirsti bunu reddetti ve meydan okurcasına ellerini kalçalarına koydu. |
But Kirsti reached up and pushed the soldier's hand away. | Asker uzandı ve küçük kız kardeşinin kısa, karışık buklelerini okşadı. |
Both soldiers began to laugh. | “Kıpırdamadan dur, Kirsti” |
They spoke to each other in rapid | Annemarie sessizce emretti, bir şekilde beş yaşındaki inatçı çocuğun mesajı alması için dua etti. |
"She is pretty, like my own little girl," the ta l one said in a more pleasant voice. | Ancak Kirsti uzanıp askerin elini itti. |
Annemarie tried to smile politely. | ” Yapma" dedi yüksek sesle. |
"Go home, a l of you. Go study your schoolbooks. And don't run. You look like hoodlums when you run." | Her iki asker de gülmeye başladı. |
The two soldiers turned away. | Birbirleriyle Annemarie'nin anlayamadığı şekilde hızlı Almanca konuşuyorlardı. |
Quickly Annemarie reached down again and grabbed her sister's hand before Kirsti could resist. | Uzun boylu olan daha hoş bir sesle, "Çok güzel, benim küçük kızım gibi" dedi. |
In a moment E len was beside her. | Annemarie kibarca gülümsemeye çalıştı. |
They walked quickly, not speaking, with Kirsti between them, toward the large apartment building where both families lived. | "Hepiniz evinize gidin. Okul kitaplarınıza çalışın. Ve kaçmayın. Koşarken serserilere benziyorsunuz." |
When they were almost home, E len whispered suddenly, "I was so scared." | İki asker arkasını döndü. |
"Me too," Annemarie whispered back. | Annemarie hızla tekrar uzandı ve Kirsti'nin direnmesine fırsat vermeden kız kardeşinin elini tuttu. |
ahead, toward the door. | Küçük kızı aceleyle koşarak köşeyi döndü. |
They did it purposely so that they would | Bir anda Ellen onun yanındaydı. |
not catch the eyes or the attention of two more soldiers, who stood | Kirsti aralarındayken hiç konuşmadan, her iki ailenin de yaşadığı büyük apartmana doğru hızla yürüdüler. |
with their guns on this corner as we l. | Neredeyse eve vardıklarında Ellen aniden fısıldadı: "Çok korktum." |
Kirsti scurried ahead of them | "Ben de," diye fısıldadı Annemarie. |
through the door, chattering about the picture she was bringing | Binalarına girmek için döndüklerinde, her iki kız da dümdüz ileriye, kapıya doğru baktılar. |
For Kirsti, the soldiers | Bunu, bu köşede de silahlarıyla duran iki askerin daha dikkatini çekmemek için bilerek yaptılar. |
there, on every corner, as unimportant as lampposts, throughout her | Kirsti kapıdan onların önüne koştu ve anaokulundan annesine göstermek için eve getirdiği resim hakkında gevezelik etti. |
"Are you going to te l your mother?" | Kirsti için askerler sadece manzaranın bir parçasıydı, hatırladığı hayatı boyunca her zaman orada, her köşede, elektrik direkleri kadar önemsiz olan bir şeydi. |
"I'm not. My mother would be upset." | Ellen, birlikte merdivenlerden yukarı çıkarken Annemarie'ye sordu "Annene söyleyecek misin?" "Söylemeyeceğim değilse annem üzülür." dedi Annemarie. |
She said goodbye to E len on the second floor, where E len | "Hayır, ben de yapmayacağım. Muhtemelen annem sokakta koştuğum için beni azarlardı." |
lived, and continued on to the third, practicing in her mind a cheerful | Ellen'ın yaşadığı ikinci katta Ellen'a veda etti ve üçüncü kata devam ederek annesi için neşeli bir selamlama provası yaptı: Bir gülümseme, bugün iyi not aldığı heceleme testinin bir açıklaması. |
test, in which she had done we l. | Ama çok geç kalmıştı. |
But she was too late. | Kirsti oraya ilk varmıştı. |
Kirsti had gotten there first. | "Ve silahıyla Annemarie'nin kitap çantasını dürttü, sonra da saçımı yakaladı!" |
"And he poked Annemarie's book bag with his gun, and then he grabbed my hair!" | Kirsti apartmanın oturma odasının ortasında kazağını çıkarırken gevezelik ediyordu. |
Kirsti was chattering as she took off her sweater in the center of the apartment living room. | "Ama ben korkmadım. Annemarie ve Ellen da korkmuştu. Ama ben korkmadım!" |
"But I wasn't scared. Annemarie was, and E len, too. But not me!" | Bayan Johansen oturduğu pencerenin yanındaki sandalyeden hızla kalktı. |
Mrs. Johansen rose quickly from the chair by the window where | Ellen’ın annesi Bayan Rosen da karşı sandalyede oturuyordu. |
she'd been sitting. | Çoğu öğleden sonraları olduğu gibi birlikte kahve içiyorlardı. |
Mrs. Rosen, E len's mother, was there, too, in the | Tabii ki aslında kahve değildi, ama anneler buna hâlâ "kahve içmek" diyordu. |
They'd been having coffee together, as they did | Nazi işgalinin başlangıcından bu yana Kopenhag'da gerçek kahve yoktu. |
many afternoons. | Gerçek çay bile yoktu. |
Of course it wasn't rea ly coffee, though the | Anneler şifalı bitkilerle tatlandırılmış sıcak suyu yudumladılar. |
mothers sti l ca led it that: "having coffee." | "Annemarie, ne oldu? |
There had been no real | Kirsti neden bahsediyor? |
coffee in Copenhagen since the beginning of the Nazi occupation. | “ diye annesi endişeyle sordu. |
Not even any real tea. | "Ellen nerede? |
The mothers sipped at hot water flavored | ” Bayan Rosen'ın korkmuş bir görünümü vardı. |
with herbs. | Annemarie, "Ellen sizin dairenizde. Burada olduğunuzun farkında değildi" diye açıkladı. |
"Where's E len?" | ” Endişelenme. |
Mrs. Rosen had a frightened look. | Hiçbir şey değildi. |
"E len's in your apartment. She didn't realize you were here," Annemarie explained. | Østerbrogade'nin köşesinde duran iki askerdi; onları gördün; uzun boylu, uzun boyunlu olanı, aptal bir zürafaya benzeyeni biliyor musun?" |
"Don't worry. It wasn't anything. It was the two soldiers who stand on the corner of Østerbrogade—you've seen them; you know the ta l one with the long neck, the one who looks like a si ly giraffe?" | Olayı annesine ve Bayan Rosen'a komik ve önemsiz gibi göstermeye çalışarak anlattı. |
She told her mother and Mrs. Rosen of | Ama annelerin tedirgin bakışları değişmedi. |
the incident, trying to make it sound humorous and unimportant. | Kirsti önemli bir şekilde "Eline tokat attım ve ona bağırdım" dedi. |
But their uneasy looks didn't change. | Annemarie, "Hayır, yapmadı anne" diye güvence verdi annesine. |
"I slapped his hand and shouted at him," Kirsti announced importantly. | “Her zaman yaptığı gibi abartıyor. |
"No, she didn't, Mama," Annemarie reassured her mother. | Bayan Johansen pencereye doğru ilerledi ve aşağıdaki sokağa baktı. |
"She's exaggerating, as she always does." | Kopenhag mahallesi sessizdi; her zamanki gibi görünüyordu: dükkânlardan gelip giden insanlar, oynayan çocuklar, köşedeki askerler. |
street below. | Ellen'ın annesiyle alçak sesle konuştu. |
The Copenhagen neighborhood was quiet; it looked | "Son Direniş olayları nedeniyle gergin olmalılar. De Frie Danske'de Hillerød ve Nørrebro'daki bombalama olaylarını okudunuz mu?" |
children at play, the soldiers on the corner. | Okul kitaplarını açmaya kendini kaptırmış gibi davransa da, Annemarie annesini dinledi ve annesinin neden bahsettiğini biliyordu. |
"They must be edgy because of the latest Resistance incidents. Did you read in De Frie Danske about the bombings in Hi lerød and Nørrebro?" | De Frie Danske - Özgür Danimarkalılar - yasadışı bir gazeteydi. |
Although she pretended to be absorbed in unpacking her schoolbooks, Annemarie listened, and she knew what her mother was referring to. | Peter Neilsen ara sıra, dikkatlice katlanmış ve sıradan kitapların ve kağıtların arasına gizlenmiş olarak onlara getirirdi. |
De Frie Danske—The Free Danes —was an i legal newspaper; Peter Neilsen brought it to them occasiona ly, carefu ly folded and hidden among ordinary books and papers, and Mama always burned it after she and Papa had read it. | Annesi her zaman babasıyla birlikte okuduktan sonra gazeteyi yakardı. |
But Annemarie heard Mama and Papa talk, sometimes at night, about the news they received that way: news of sabotage against the Nazis, bombs hidden and exploded in the factories that produced war materials, and industrial railroad lines damaged so that the goods couldn't be transported. | Ama Annemarie, annesiyle babasının bazen geceleri, bu şekilde aldıkları haberler hakkında konuştuklarını duydu: Nazilere karşı sabotaj haberleri, savaş malzemeleri üreten fabrikalarda gizlenen ve patlayan bombalar ve malların taşınamaması için hasar gören endüstriyel demiryolu hatları. |
And she knew what Resistance meant. | Ve Direniş'in ne anlama geldiğini biliyordu. |
Papa had explained, when she overheard the word and asked. | Babası bu kelimeyi duyup sorduğunda açıklamıştı. |
The Resistance fighters were Danish people—no one knew who, because they were very secret—who were determined to bring harm to the Nazis however they could. | Direniş savaşçıları, Nazilere ellerinden geldiğince zarar vermeye kararlı olan Danimarkalılardı -kimsenin kim olduğunu bilmiyordu çünkü çok gizliydiler. |
They damaged the German trucks and cars, and bombed their factories. | Alman kamyon ve arabalarına zarar verdiler, fabrikalarını bombaladılar. |
They were very brave. | Çok cesurlardı. |
Sometimes they were caught and ki led. | Bazen yakalanıp öldürüldüler. |
"I must go and speak to E len," Mrs. Rosen said, moving toward the door. | Bayan Rosen kapıya doğru yürürken, "Gidip Ellen'la konuşmam lazım" dedi. |
"You girls walk a different way to school tomorrow. Promise me, Annemarie. And E len wi l promise, too." | “Siz kızlar yarın okula farklı bir yoldan yürüyün. |
"We wi l, Mrs. Rosen, but what does it matter? | Bana söz verin Annemarie. |
German soldiers on every corner. | Ellen da söz verecek. |
"They wi l remember your faces," Mrs. Rosen said, turning in the doorway to the ha l. | "Yapacağız Bayan Rosen, ama ne önemi var? Her köşede Alman askerleri var." |
"It is important to be one of the crowd, always. Be one of many. Be sure that they never have reason to remember your face." | Bayan Rosen salonun kapısına dönerek, "Yüzlerinizi hatırlayacaklar" dedi. |
She disappeared into the ha l and closed the door | “Her zaman kalabalıktan biri olmak önemlidir. |
behind her. | Birçoğundan biri olun. |
"He' l remember my face, Mama," Kirsti announced happily, "because he said I look like his little girl. He said I was pretty." | Emin olun ki onların asla sizin yüzünüzü hatırlamak için bir nedenleri olmayacak. |
"If he has such a pretty little girl, why doesn't he go back to her like a good father?" | Kirsti mutlu bir şekilde, "Yüzümü hatırlayacak anne," dedi, "Çünkü onun küçük kızına benzediğimi söyledi. Güzel olduğumu söyledi." |
Mrs. Johansen murmured, stroking Kirsti's cheek. | "Eğer bu kadar güzel bir kızı varsa neden ona iyi bir baba gibi geri dönmüyor?” |
"Why doesn't he go back to his own country?" | Bayan Johansen, Kirsti'nin yanağını okşayarak mırıldandı. "Neden kendi ülkesine dönmüyor?" |
"Mama, is there anything to eat?" | "Anne, yiyecek bir şey var mı?" |
Annemarie asked, hoping to take her mother's mind away from the soldiers. | Annemarie, annesinin aklını askerlerden uzaklaştırmayı umarak sordu. |
"Take some bread. And give a piece to your sister." "With butter?" | "Biraz ekmek al. Bir parçasını da kız kardeşine ver." |
Kirsti asked hopefu ly. | "Tereyağlı mı olsun?" |
"No butter," her mother replied. | Kirsti umutla sordu. |
"You know that." | "Tereyağı yok" diye yanıtladı annesi. |
Kirsti sighed as Annemarie went to the breadbox in the kitchen. | "Bunu biliyorsun." |
"I wish I could have a cupcake," she said. | Annemarie mutfaktaki ekmek kutusuna giderken Kirsti içini çekti. |
"A big ye low cupcake, with pink frosting." | " Keşke bir kek yiyebilseydim" dedi. |
Her mother laughed. | "Pembe kremalı büyük sarı bir kek." |
"For a little girl, you have a long memory," she told Kirsti. | Annesi Kirsti’ye gülerek "Küçük bir kıza göre uzun bir hafızan var" dedi. |
"There hasn't been any butter, or sugar for cupcakes, for a long time. A year, at least." | "Uzun zamandır keklere tereyağı ya da şeker eklenmedi. En azından bir yıl." |
"When wi l there be cupcakes again?" | "Bir daha ne zaman kek olacak?" |
"When the war ends," Mrs. Johansen said. | Bayan Johansen, "Savaş bittiğinde," dedi. |
She glanced through the window, down to the street corner where the soldiers stood, their faces impassive beneath the metal helmets. | Pencereden dışarı, metal miğferlerin altında yüzleri ifadesiz olan askerlerin durduğu sokak köşesine baktı. |
"When the soldiers leave." | "Askerler gittiğinde." |
2. Who Is the Man Who Rides Past? | 2. Geçmişe Giden Adam Kimdir? |
"Te l me a story, Annemarie," begged Kirsti as she snuggled beside her sister in the big bed they shared. | Kirsti, paylaştıkları büyük yatakta kız kardeşinin yanına sokulurken, "Bana bir hikaye anlat Annemarie," diye yalvardı. |
"Te l me a fairy tale." | "Bana bir peri masalı anlat." |
Annemarie smiled and wrapped her arms around her little sister in the dark. | Annemarie gülümsedi ve karanlıkta kollarını küçük kız kardeşine doladı. |
Ail Danish children grew up familiar with fairy tales. | Tüm Danimarkalı çocuklar peri masallarına aşina olarak büyüdüler. |
Hans Christian Andersen, the most famous of the tale te lers, had been Danish himself. | Masal anlatıcılarının en ünlüsü Hans Christian Andersen'in kendisi de Danimarkalıydı. |
"Do you want the one about the little mermaid?" | "Küçük deniz kızıyla ilgili olanı ister misin? |
That one had always been Annemarie's own favorite. | “ Bu her zaman Annemarie'nin favorisi olmuştu. |
But Kirsti said no. | Ama Kirsti “hayır” dedi. |
"Te l one that starts with a king and a queen. And they have a beautiful daughter." | "Bir kral ve bir kraliçeyle başlayan birini anlat. Ve çok güzel bir kızları var." |
"A l right. Once upon a time there was a king," Annemarie began. | "Pekala. Bir zamanlar bir kral vardı," diye başladı Annemarie. |
"And a queen," whispered Kirsti. | "Ve bir kraliçe" diye fısıldadı Kirsti. |
"Don't forget the queen." | "Kraliçeyi unutma." |
"And a queen. They lived together in a wonderful palace, and—" "Was the palace named Amalienborg?" | "Ve bir kraliçe. Harika bir sarayda birlikte yaşıyorlardı ve..." |
Kirsti asked sleepily. | "Sarayın adı Amalienborg muydu?" diye Kirsti uykulu bir şekilde sordu. |
"Shhh. | "Şşşt. |
Don't keep interrupting or I' l never finish the story. | Sözünü kesme, yoksa hikayeyi asla bitiremem. |
No, it | Hayır, Amalienborg değildi, sahte bir saraydı. |
It was a pretend palace. | Annemarie, bir kral ve kraliçe ile güzel kızları Prenses Kirsten'in hikayesini uydurarak konuşmaya devam etti. |
Annemarie talked on, making up a story of a king and queen and their beautiful daughter, Princess Kirsten; she sprinkled her tale with formal ba ls, fabulous gold-trimmed gowns, and feasts of pink- frosted cupcakes, until Kirsti's deep, even breathing told her that | Kirsti'nin derin, düzenli nefesi ona kız kardeşinin derin uykuda olduğunu söyleyene kadar hikâyesine resmi balolar, muhteşem altın işlemeli elbiseler ve pembe kremalı keklerden oluşan ziyafetler serpiştirdi. |
She stopped, waited for a moment, half expecting Kirsti to murmur "Then what happened?" | Durdu, bir an bekledi ve Kirsti'nin "Sonra ne oldu?" diye mırıldanmasını bekledi. |
But Kirsti was sti l. | Ama Kirsti hareketsizdi. |
Annemarie's thoughts turned to the real king, Christian X, and the real palace, Amalienborg, where he lived, in the center of Copenhagen. | Annemarie'nin düşünceleri gerçek kral Christian X'e ve Kopenhag'ın merkezinde yaşadığı gerçek saray Amalienborg'a döndü. |
How the people of Denmark loved King Christian! | Danimarka halkı Kral Christian'ı ne kadar da seviyordu! |
He was not like fairy tale kings, who seemed to stand on balconies giving orders to subjects, or who sat on golden thrones demanding to be entertained and looking for suitable husbands for their daughters. | Balkonlarda durup tebaasına emir veren, altın tahtlara oturup eğlenmek isteyen ve kızlarına uygun koca arayan masal kralları gibi değildi. |
King Christian was a real human being, a man with a serious, kind face. | Kral Christian gerçek bir insandı; ciddi, nazik yüzlü bir adamdı. |
She had seen him often, when she was younger. | Küçükken onu sık sık görmüştü. |
Each | Her sabah Jubilee adlı atıyla saraydan gelir ve tek başına Kopenhag sokaklarında dolaşarak halkını selamlardı. |
Sometimes, when Annemarie was a little girl, her older sister, Lise, had taken her to stand on the sidewalk so that she could wave to King Christian. | Bazen Annemarie küçük bir kızken, ablası Lise onu Kral Christian'a el sallayabilmek için kaldırıma çıkarırdı. |
Sometimes he had waved back to the two of them, and smiled. | Bazen ikisine de el sallayıp gülümsemişti. |
"Now you are special forever," Lise had told her once, "because you have been greeted by a king." | Lise ona bir keresinde "Artık sonsuza kadar özelsin çünkü bir kral tarafından karşılandın" demişti. |
Annemarie turned her head on the pi low and stared through the | Annemarie başını yastığa çevirdi ve pencerenin kısmen açık perdeleri arasından loş Eylül gecesine baktı. |
Thinking of Lise, her solemn, lovely sister, always made her sad. | Ciddi ve sevimli kız kardeşi Lise'yi düşünmek onu her zaman üzüyordu. |
So she turned her thoughts again to the king, who was sti l alive, as Lise was not. | Bu yüzden düşüncelerini tekrar, Lise olmasa da hâlâ hayatta olan krala yöneltti. |
She remembered a story that Papa had told her, shortly after the war began, shortly after Denmark had surrendered and the soldiers had moved in overnight to take their places on the corners. | Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra, Danimarka'nın teslim olmasından ve askerlerin bir gecede köşelerdeki yerlerini almak üzere harekete geçmesinden kısa bir süre sonra babasının ona anlattığı bir hikayeyi hatırladı. |
One evening, Papa had told her that earlier he was on an errand near his office, standing on the corner waiting to cross the street, when King Christian came by on his morning ride. | Bir akşam babası ona, Kral Christian'ın sabah atıyla geldiğinde, ofisinin yakınında bir iş için köşede durup karşıdan karşıya geçmek için beklediğini söylemişti. |
One of the German soldiers had turned, suddenly, and asked a question of a teenage boy nearby. | Alman askerlerinden biri aniden dönmüş ve yakındaki bir genç çocuğa bir soru sormuştu. |
"Who is that man who rides past here every morning on his horse?" the German soldier had asked. | "Her sabah atıyla buradan geçen o adam kim?" diye Alman askeri sormuştu. |
Papa said he had smiled to himself, amused that the German soldier did not know. | Babam Alman askerinin bunu bilmemesine eğlenerek kendi kendine gülümsediğini söyledi. |
He listened while the boy answered. | Çocuk cevap verirken o dinledi. |
"He is our king," the boy told the soldier. | Çocuk askere "O bizim kralımız" dedi. |
"He is the King of | "O, Danimarka Kralıdır." |
Denmark. | "Koruması nerede?" diye asker sormuştu. |
"And do you know what the boy said?" | "Peki çocuğun ne dediğini biliyor musun?" diye babam Annemarie'ye sormuştu. |
She was sitting on his lap. | Onun kucağında oturuyordu. |
She was little, then, only seven years old. | O zamanlar çok küçüktü, sadece yedi yaşındaydı. |
She shook her head, waiting to hear the answer. | Cevabı duymayı bekleyerek başını salladı. |
"The boy looked right at the soldier, and he said, 'A l of | "Çocuk doğrudan askere baktı ve 'Tüm Danimarka onun korumasıdır' dedi." |
'" | Annemarie ürpermişti. |
It sounded like a very brave answer. | Oldukça cesur bir cevap gibi görünüyordu. |
"Is it true, Papa?" she asked. | "Bu doğru mu baba?" diye sordu. |
"What the boy said?" | "Çocuk ne dedi?" |
Papa thought for a moment. | Babam bir an düşündü. |
He always considered questions very carefu ly before he answered them. | Soruları cevaplamadan önce her zaman çok dikkatli düşünürdü. |
"Yes," he said at last. | "Evet" dedi sonunda. |
"It is true. Any Danish citizen would die for King Christian, to protect him." | "Doğru. Her Danimarka vatandaşı Kral Christian uğruna, onu korumak için ölür." |
"You too, Papa?" "Yes." | "Sen de mi baba?" |
"And Mama?" "Mama too." | "Evet." |
Annemarie shivered again. | "Ya annem?" |
"Then I would too, Papa. If I had to." | "Annem de." |
They sat silently for a moment. | Annemarie yeniden ürperdi. |
From across the room, Mama watched them, Annemarie and Papa, and she smiled. | "O zaman mecbur kalsaydım ben de yapardım baba." |
Mama had been crocheting that evening three years ago: the lacy edging of a pi lowcase, part of Use's trousseau. | Bir süre sessizce oturdular. |
Her fingers moved rapidly, turning the thin white thread into an intricate narrow border. | Annem odanın diğer ucundan onları, Annemarie ile babasını izliyordu ve gülümsedi. |
Lise was a grownup girl of eighteen, then, about to be married to Peter Neilsen. | Annem üç yıl önce o akşam tığ işi yapıyordu: Use'nin çeyizinin bir parçası olan bir yastık kılıfının dantelli kenarı. |
When Lise and Peter married, Mama said, Annemarie and | Parmakları hızla hareket ederek ince beyaz ipliği karmaşık, dar bir çerçeveye dönüştürdü. |
Kirsti would have a brother for the very first time. | Lise o zamanlar Peter Neilsen'la evlenmek üzere olan on sekiz yaşında yetişkin bir kızdı. |
"Papa," Annemarie had said, fina ly, into the silence, "sometimes | Lise ve Peter evlendiğinde annem şöyle dedi: “Annemarie ve Kirsti'nin ilk kez bir erkek kardeşi olacaktı.” |
Why didn't he fight | Annemarie sonunda sessizliğin içinde, "Baba," demişti, "Bazen kralın bizi neden koruyamadığını merak ediyorum. Neden Nazilerle, Danimarka'ya silahlarıyla gelmemeleri için savaşmadı?" |
guns?" | Babam içini çekti. |
"We are such a tiny country," he said. | "Biz çok küçük bir ülkeyiz" dedi. |
"And they are such an enormous enemy. Our king was wise. He knew how few soldiers Denmark had. He knew that many, many Danish people would die if we fought." | "Ve onlar çok büyük bir düşman. Kralımız akıllıydı. Danimarka'nın ne kadar az askeri olduğunu biliyordu. Eğer savaşırsak pek çok Danimarkalının öleceğini biliyordu." |
"In Norway they fought," Annemarie pointed out. | Annemarie, "Norveç'te savaştılar" diye belirtti. |
Papa nodded. | Babam başını salladı. |
"They fought very fiercely in Norway. They had those huge mountains for the Nor wegian soldiers to hide in. Even so, Norway was crushed." | "Norveç'te çok şiddetli savaştılar. Norveçli askerlerin saklanabileceği devasa dağlar vardı. Buna rağmen Norveç ezilmişti." |
In her mind, Annemarie had pictured Norway as she remembered it from the map at school, up above Denmark. | Annemarie, Danimarka'nın yukarısındaki okuldaki haritadan hatırladığı Norveç'i zihninde canlandırmıştı. |
Norway was pink on the school map. | Norveç okul haritasında pembe renkteydi. |
She imagined the pink strip of | Norveç'in pembe şeridinin bir yumrukla ezildiğini hayal etti. |
Norway crushed by a fist. | "Norveç'te de buradaki gibi Alman askerleri var mı?" |
"Are there German soldiers in Norway now, the same as here?" "Yes," Papa said. | "Evet" dedi babam. |
"In Ho land, too," Mama added from across the room, "and | "Hollanda'da da," diye ekledi annem odanın karşı tarafından, "ve Belçika ve Fransa'da." |
"But not in Sweden!" | "Ama İsveç'te değil!" |
Annemarie announced, proud that she knew so much about the world. | Annemarie dünya hakkında bu kadar çok şey bildiğinden gurur duyduğunu söyledi. |
Sweden was blue on the map, and she had seen Sweden, even though she had never been there. | İsveç haritada maviydi ve oraya hiç gitmemiş olmasına rağmen İsveç'i görmüştü. |
Standing behind Uncle Henrik's house, north of Copenhagen, she had looked across the water—the part of the North Sea that was ca led the Kattegat—to the land on the other side. | Henrik Dayı'nın Kopenhag'ın kuzeyindeki evinin arkasında dururken, suyun karşı tarafına (Kuzey Denizi'nin Kattegat denilen kısmı) diğer taraftaki karaya bakmıştı. |
"That is Sweden | Henrik Dayı ona, "Gördüğün yer İsveç," demişti. |
you are seeing," Uncle Henrik had told her. "You are looking across to another country. | " Başka bir ülkeye bakıyorsunuz." |
"That's true," Papa had said. | "Bu doğru," demişti babası. |
"Sweden is sti l free." | "İsveç hâlâ özgür." |
And now, three years later, it was still true. | Ve şimdi, üç yıl sonra bu hâlâ doğruydu. |
But much else had changed. | Ama başka pek çok şey değişmişti. |
King Christian was getting old, and he had been badly injured last year in a fa l from his horse, faithful old Jubilee, who had carried him around Copenhagen so many mornings. | Kral Christian yaşlanıyordu ve geçen yıl, onu birçok sabah Kopenhag'da taşıyan sadık yaşlı Jubilee atından düşerek ağır yaralanmıştı. |
For days they thought he would die, and a l of Denmark had mourned. | Günlerce öleceğini düşündüler ve tüm Danimarka yas tuttu. |
But he hadn't. | Ama bunu yapmamıştı. |
King Christian X was sti l alive. | Kral Christian X hala hayattaydı. |
It was Lise who was not. | Olmayan Lise'ydi. |
It was her ta l, beautiful sister who had died in an accident two weeks before her wedding. | Düğününden iki hafta önce bir kazada ölen uzun boylu, güzel kız kardeşiydi. |
In the blue carved trunk in the corner of this bedroom—Annemarie could see its shape even in the dark—were folded Lise's pi lowcases with | Bu yatak odasının köşesindeki mavi oymalı sandıkta -Annemarie karanlıkta bile şeklini görebiliyordu- Lise'nin kenarları tığ işi yastık kılıfları, el işlemeli yakalı, giyilmemiş gelinliği ve Peter'la nişanını kutlayan partide giydiği ve eteği uçuşan sarı elbisesi katlanmıştı. |
worn and danced in, with its fu l skirt flying, at the party celebrating her engagement to Peter. | Annem ve babam Lise'den hiç bahsetmezlerdi. |
Mama and Papa never spoke of Lise. | Bagajı hiç açmadılar. |
They never opened the trunk. | Ama Annemarie dairede yalnız kaldığında zaman zaman bunu yapıyordu. |
But Annemarie did, from time to time, when she was alone in the apartment; alone, she touched Lise's things gently, remembering her quiet, soft-spoken sister who had looked forward so to | Yalnızken Lise'nin eşyalarına nazikçe dokundu; evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı dört gözle bekleyen sessiz, yumuşak dilli kız kardeşini hatırladı. |
marriage and children of her own. | Kız kardeşinin nişanlısı Kızıl saçlı Peter, Lise'nin ölümünden bu yana geçen yıllarda kimseyle evlenmemişti. |
He had changed a great deal. | O, çok değişmişti. |
Once he had been like a fun-loving older brother to Annemarie and Kirsti, teasing and tickling, always a source of foolishness and pranks. | Bir zamanlar Annemarie ve Kirsti'nin eğlenceyi seven bir ağabeyi gibiydi, alay ediyor ve gıdıklıyordu, her zaman aptallık ve şaka kaynağıydı. |
Now he sti l stopped by the apartment often, and his greetings to the girls were warm and smiling, but he was usua ly in a hurry, talking quickly to Mama and Papa about things Annemarie didn't understand. | Artık daireye hâlâ sık sık uğrardı, kızları sıcak ve güler yüzlü bir şekilde selamlardı, ama genellikle acelesi vardı, Annemarie'nin anlamadığı şeyler hakkında annesiyle babasıyla hızlı hızlı konuşurdu. |
He no longer sang the nonsense songs that had once made Annemarie and Kirsti shriek with laughter. | Bir zamanlar Annemarie ve Kirsti'nin çığlıklar atmasına neden olan o saçma şarkıları artık söylemiyordu. |
And he never lingered anymore. | Ve artık hiç oyalanmadı. |
Papa had changed, too. | Babam da değişmişti. |
He seemed much older and very tired, defeated. | Çok daha yaşlı, çok yorgun ve mağlup görünüyordu. |
The whole world had changed. | Bütün dünya değişmişti. |
Only the fairy tales remained the same. | Sadece masallar aynı kaldı. |
"And they lived happily ever after," Annemarie recited, whispering into the dark, completing the tale for her sister, who | Annemarie karanlığa fısıldayarak, "Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar," diye okudu ve başparmağı ağzında, yanında uyuyan kız kardeşi için hikayeyi tamamladı. |
3. Where Is Mrs. Hirsch? | 3. Bayan Hirsch Nerede? |
The days of September passed, one after the other, much the same. | Eylül günleri birbirinin aynısı gibi geçti. |
Annemarie and Ellen walked to school together, and home again, always now taking the longer way, avoiding the tall soldier and his partner. | Annemarie ve Ellen birlikte okula gidiyorlar, sonra da eve dönüyorlardı; artık her zaman uzun yolu tercih ediyor, uzun boylu askerden ve ortağından kaçınıyorlardı. |
Kirsti dawdled just behind them or scampered ahead, never out of their sight. | Kirsti onların hemen arkasında oyalanıyor ya da önlerine koşuyor, asla onların görüş alanından çıkmıyordu. |
The two mothers still had their "coffee" together in the afternoons. | İki anne öğleden sonraları hala birlikte "kahvelerini" içiyorlardı. |
They began to knit mittens as the days grew slightly shorter and the first leaves began to fall from the trees, because another winter was coming. | Günler biraz kısaldıkça ve ağaçlardan ilk yapraklar düşmeye başladıkça eldiven örmeye başladılar, çünkü başka bir kış geliyordu. |
Everyone remembered the last one. | Herkes sonuncusunu hatırladı. |
There was no fuel now for the homes and apartments in Copenhagen, and the winter nights were terribly cold. | Kopenhag'daki evler ve apartmanlar için artık yakıt yoktu ve kış geceleri çok soğuktu. |
Like the other families in their building, the Johansens had opened the old chimney and installed a little stove to use for heat when they could find coal to burn. | Binalarındaki diğer aileler gibi Johansen'ler de eski bacayı açmış ve yakacak kömür bulduklarında ısınmak için küçük bir soba kurmuşlardı. |
Mama used it too, sometimes, for cooking, because electricity was rationed now. | Annem bunu bazen yemek pişirmek için de kullanıyordu çünkü artık elektrik karneye bağlanmıştı. |
At night they used candles for light. | Geceleri ışık için mum kullanıyorlardı. |
Sometimes Ellen's father, a teacher, complained in frustration because he couldn't see in the dim light to correct his students' papers. | Bazen Ellen'ın öğretmen olan babası, loş ışıkta öğrencilerinin ödevlerini düzeltmek için göremediğinden hayal kırıklığı içinde şikâyet ediyordu. |
"Soon we will have to add another blanket to your bed," Mama said one morning as she and Annemarie tidied the bedroom. | Bir sabah Annemarie'yle birlikte yatak odasını düzenlerken annem, "Yakında yatağınıza bir battaniye daha eklemek zorunda kalacağız" dedi. |
"Kirsti and I are lucky to have each other for warmth in the winter," Annemarie said. | Annemarie, "Kirsti ve ben kışın ısınmak için birbirimize sahip olduğumuz için şanslıyız" dedi. |
"Poor Ellen, to have no sisters." | "Zavallı Ellen, hiç kız kardeşi yok." |
"She will have to snuggle in with her mama and papa when it gets cold," Mama said, smiling. | Annem gülümseyerek, "Hava soğuduğunda annesi ve babasının yanına sokulmak zorunda kalacak" dedi. |
"I remember when Kirsti slept between you and Papa. She was supposed to stay in her crib, but in the middle of the night she would climb out and get in with you," Annemarie said, smoothing the pillows on the bed. | Annemarie yataktaki yastıkları düzelterek, "Kirsti'nin seninle babamın arasında uyuduğu zamanı hatırlıyorum. Beşiğinde kalması gerekiyordu ama gece yarısı çıkıp senin yanına girerdi" dedi. |
Then she hesitated and glanced at her mother, fearful that she had said the wrong thing, the thing that would bring the pained look to her mother's face. | Sonra tereddüt etti ve yanlış bir şey söylediğinden, annesinin yüzüne acı dolu bir ifade getirecek bir şey söylediğinden korkarak annesine baktı. |
slept in Mama and Papa's room were the days when Lise and | Küçük Kirsti'nin anne ve babasının odasında uyuduğu günler, Lise ve Annemarie'nin bu yatağı paylaştığı günlerdi. |
But Mama was laughing quietly. | Ama annem sessizce gülüyordu. |
"I remember, too," she said. | "Ben de hatırlıyorum" dedi. |
"Sometimes she wet the bed in the middle of the night!" | " Bazen gece yarısı yatağını ıslatıyor!" |
"I did not!" | "Yapmadım!" |
Kirsti said haughtily from the bedroom doorway. | Kirsti kibirli bir şekilde yatak odasının kapısından söylendi. |
never, ever did that!" | " Ben bunu asla ama asla yapmadım!" |
"Time to leave for school, girls," she said. | Hâlâ gülen anne diz çöktü ve Kirsti'yi yanağından öptü. |
"Oh, dear," she said, suddenly. | "Okula gitme vakti geldi kızlar" dedi. |
This button has broken right in half. | Kirsti'nin ceketinin düğmelerini iliklemeye başladı. |
Annemarie, take Kirsti with you, after school, | "Ah, canım," dedi aniden. |
to the little shop where Mrs. Hirsch sells thread and buttons. | "Bak. Bu düğme yarıya kadar kırıldı. Annemarie, Kirsti'yi okuldan sonra Bayan Hirsch'in iplik ve düğme sattığı küçük dükkâna götür. Bakalım ceketindeki diğerleriyle eşleşecek şekilde sadece bir tane satın alabilecek misin? Sana biraz kron vereceğim; çok pahalıya mal olmaz." |
I'll give you some kroner—it shouldn't cost very much. | Ancak okuldan sonra kızlar Annemarie'nin hatırlayabildiği kadarıyla orada olan dükkâna uğradıklarında dükkânın kapalı olduğunu gördüler. |
been there as long as Annemarie could remember, they found it | Kapıda yeni bir asma kilit ve bir tabela vardı. |
There was a new padlock on the door, and a sign. | Ama tabela Almancaydı. |
sign was in German. | Kelimeleri okuyamadılar. |
They couldn't read the words. | Onlar uzaklaşırken Annemarie, "Bayan Hirsch'in hasta olup olmadığını merak ediyorum" dedi. |
"I saw her Saturday," Ellen said. | Ellen, "Cumartesi günü onu gördüm" dedi. |
"She was with her husband and their son. They all looked just fine. Or at least the parents looked just fine—the son always looks like a horror." | "Kocası ve oğullarıyla birlikteydi. Hepsi gayet iyi görünüyordu. Ya da en azından ebeveynleri gayet iyi görünüyordu; oğullar her zaman bir dehşete benziyor." diyerek kıkırdadı. |
Annemarie made a face. | Annemarie yüzünü buruşturdu. |
The Hirsch family lived in the neighborhood, so they had seen the boy, Samuel, often. | Hirsch ailesi aynı civarda yaşıyordu, bu yüzden Samuel adlı çocuğu sık sık görüyorlardı. |
He was a tall teenager with thick glasses, stooped shoulders, and unruly hair. | Kalın gözlüklü, düşük omuzlu ve dağınık saçlı, uzun boylu bir gençti. |
He rode a bicycle to school, leaning forward and squinting, wrinkling his nose to nudge his glasses into place. | Okula bisikletle gitti, öne doğru eğildi ve gözlerini kıstı, gözlüğünü yerine oturtmak için burnunu kırıştırdı. |
His bicycle had wooden wheels, now that rubber tires weren't available, and it creaked and clattered on the street. | Artık kauçuk lastikler olmadığından bisikletinin tekerlekleri tahtadandı ve sokakta gıcırdayıp takırdadı. |
"I think the Hirsches all went on a vacation to the seashore," Kirsti announced. | Kirsti, " sanırım Hirsches'in hepsi deniz kıyısına tatile gittiler" dedi. |
"And I suppose they took a big basket of pink-frosted cupcakes with them," Annemarie said sarcastically to her sister. | Annemarie kız kardeşine alaycı bir tavırla, "Ve sanırım yanlarında büyük bir sepet dolusu pembe kremalı kek götürmüşlerdir" dedi. |
"Yes, I suppose they did," Kirsti replied. | Kirsti, "Evet, sanırım öyle yaptılar" diye yanıtladı. |
Annemarie and Ellen exchanged looks that meant: Kirsti is so | Annemarie ve Ellen şu anlama gelen bakış attılar: Kirsti çok aptal. |
No one in Copenhagen had taken a vacation at the seashore since the war began. | Savaş başladığından beri Kopenhag'da hiç kimse deniz kıyısında tatil yapmamıştı. |
There were no pink-frosted cupcakes; there hadn't been for months. | Pembe buzlu kek yoktu; aylardır yoktu. |
Still, Annemarie thought, looking back at the shop before they turned the corner, where was Mrs. Hirsch? | Yine de Annemarie köşeyi dönmeden önce dükkâna bakarken Bayan Hirsch'in nerede olduğunu düşündü. |
The Hirsch family had gone somewhere. | Hirsch ailesi bir yere gitmişti. |
Why else would they close the shop? | Yoksa dükkanı neden kapatsınlar ki? |
Mama was troubled when she heard the news. | Annem haberi duyunca çok üzüldü. |
"Are you sure?" she asked several times. | "Emin misin?" diye birkaç kez sordu. |
"We can find another button someplace," Annemarie reassured her. | Annemarie, "Bir yerlerde başka bir düğme bulabiliriz" diye annesine güvence vence verdi. |
"Or we can take one from the bottom of the jacket and move it up. It won't show very much." | "Ya da ceketin alt kısmından bir tane alıp yukarı kaldırabiliriz. Pek belli olmaz." |
But it didn't seem to be the jacket that worried Mama. | Ama annemi endişelendiren şey ceket gibi görünmüyordu. |
"Are you sure the sign was in German?" she asked. | "Tabelanın Almanca olduğundan emin misin?" diye sordu. |
"Maybe you didn't look carefully." | "Belki de dikkatli bakmadın." |
"Mama, it had a swastika on it." | "Anne, üzerinde gamalı haç vardı." |
Her mother turned away with a distracted look. | Annesi şaşkın bir bakışla arkasını döndü. |
"Annemarie, watch your sister for a few moments. And begin to peel the potatoes for dinner. I'll be right back." | "Annemarie, kız kardeşine birkaç dakika göz kulak ol. Akşam yemeği için patatesleri soymaya başla. Hemen döneceğim." |
"Where are you going?" | Annesi kapıya doğru yürürken Annemarie “Nereye gidiyorsun?" diye sordu. |
Annemarie asked as her mother started for the door. | "Bayan Rosen'la konuşmak istiyorum." |
"I want to talk to Mrs. Rosen." | Şaşıran Annemarie, annesinin daireden çıkışını izledi. |
Puzzled, Annemarie watched her mother leave the apartment. | Mutfağa gitti ve patateslerin saklandığı dolabın kapısını açtı. |
She went to the kitchen and opened the door to the cupboard where the potatoes were kept. | Görünüşe göre artık her gece akşam yemeğinde patates yiyorlardı. |
Every night, now, it seemed, they had potatoes for dinner. | Ve çok az şey daha. |
And very little else. | Yatak odasının kapısı hafifçe vurulduğunda Annemarie neredeyse uyuyordu. |
Annemarie was almost asleep when there was a light knock on the bedroom door. | Kapı açıldığında mum ışığı belirdi ve annesi içeri girdi. |
Candlelight appeared as the door opened, and her mother stepped in. | "Uyudun mu Annemarie?" |
"Are you asleep, Annemarie?" "No. Why? Is something wrong?" | "Hayır. Neden? Bir sorun mu var?" |
"Nothing's wrong. But I'd like you to get up and come out to the living room. Peter's here. Papa and I want to talk to you." | "Bir sorun yok. Ama kalkıp oturma odasına çıkmanı istiyorum. Peter burada. Babanla ben seninle konuşmak istiyoruz." |
Annemarie jumped out of bed, and Kirsti grunted in her sleep. | Annemarie yataktan fırladı ve Kirsti uykusunda homurdandı. |
Peter! | Peter! |
She hadn't seen him in a long time. | Onu uzun zamandır görmemişti. |
There was something frightening about his being here at night. | Gece burada olmasında korkutucu bir şeyler vardı. |
Copenhagen had a curfew, and no citizens were allowed out after eight o'clock. | Kopenhag'da sokağa çıkma yasağı vardı ve hiçbir vatandaşın saat sekizden sonra dışarı çıkmasına izin verilmiyordu. |
It was very dangerous, she knew, for Peter to visit at this time. | Peter'ın bu saatte ziyaret etmesinin çok tehlikeli olduğunu biliyordu. |
But she was delighted that he was here. | Ama onun burada olmasından çok memnundu. |
Though his visits were always hurried— they almost seemed secret, somehow, in a way she couldn't quite put her finger on—still, it was a treat to see Peter. | Her ne kadar ziyaretleri her zaman aceleyle yapılsa da -bir şekilde, tam olarak anlayamadığı bir şekilde neredeyse gizli gibi görünüyorlardı- yine de Peter'ı görmek bir zevkti. |
It brought back memories of happier times. | Daha mutlu zamanların anılarını canlandırdı. |
And her parents loved Peter, too. | Ve ailesi de Peter'ı seviyordu. |
said he was like a son. | Onlara göre Peter oğulları gibiydi. |
Barefoot, she ran to the living room and into Peter's arms. | Yalınayak oturma odasına koştu ve kendisini Peter'ın kollarına attı. |
He grinned, kissed her cheek, and ruffled her long hair. | Peter sırıttı, yanağını öptü ve uzun saçlarını karıştırdı. |
"You've grown taller since I saw you last," he told her. | "Seni son gördüğümden bu yana uzamışsın" dedi Annemarie’ye. |
"You're all legs!" | "Hepiniz bacaksınız!" |
Annemarie laughed. | Annemarie güldü. |
"I won the girls' footrace last Friday at school," she told him proudly. | "Geçen Cuma okulda kızların yarışını kazandım" dedi ona gururla. |
"Where have you been? We've missed you!" | "Nerelerdeydin? Seni özledik!" |
"My work takes me all over," Peter explained. | Peter, "İşim beni her yere götürüyor" diye açıkladı. |
"Look, I brought you something. One for Kirsti, too." | "Bak sana bir şey getirdim. Kirsti için de bir tane. "Cebine uzanıp iki deniz kabuğunu ona uzattı. |
Annemarie put the smaller one on the table to save it for her sister. | Annemarie küçük olanı kız kardeşine saklamak için masaya koydu. |
She held the other in her hands, turning it in the light, looking at the ridged, pearly surface. | Diğerini elinde tuttu, ışıkta çevirdi ve çıkıntılı, inci gibi yüzeye baktı. |
It was so like Peter, to bring just the right gift. | Doğru hediyeyi getirmek Peter'a çok yakışıyordu. |
"For your mama and papa, I brought something more practical. Two bottles of beer!" | "Annenle baban için daha pratik bir şey getirdim. İki şişe bira!" |
Mama and Papa smiled and raised their glasses. | Annemle babam gülümsediler ve kadehlerini kaldırdılar. |
Papa took a sip and wiped the foam from his upper lip. | Babam bir yudum aldı ve üst dudağındaki köpüğü sildi. |
Then his face became more serious. | Daha sonra yüzü daha da ciddileşti. |
"Annemarie," he said, "Peter tells us that the Germans have | "Annemarie," dedi. |
issued orders closing many stores run by Jews. | "Peter bize Almanların Yahudiler tarafından işletilen birçok mağazanın kapatılması emrini verdiğini söyledi." |
"Jews?" | "Yahudiler mi?" |
Annemarie repeated, "Is Mrs. Hirsch Jewish? Is that why the button shop is closed? Why have they done that?" | Annemarie tekrarladı, "Bayan Hirsch Yahudi mi? Düğme dükkânı bu yüzden mi kapalı? Bunu neden yaptılar?" |
Peter leaned forward. | Peter öne doğru eğildi. |
"It is their way of tormenting. Tor some reason, they want to torment Jewish people. It has happened in the other countries. They have taken their time here—have let us relax a little. But now it seems to be starting." | "Bu onların eziyet etme şekli. Bir nedenden dolayı Yahudi halkına eziyet etmek istiyorlar. Diğer ülkelerde de oldu. Burada vakit geçirdiler, biraz dinlenmemize izin verdiler. Ama şimdi başlıyor gibi görünüyor." |
What harm is a button shop? | "Ama neden düğme dükkânı? Düğme dükkanının ne zararı var ki? Bayan Hirsch çok iyi bir bayan. Samuel bile... tam bir salak ama kimseye zarar vermez. Nasıl olur da... gözleri bile göremiyor. Kalın gözlükler!" |
Even Samuel—he's a dope, but he would never harm anyone. | Sonra Annemarie başka bir şey düşündü. |
thick glasses!" | "Düğmelerini satamazlarsa geçimlerini nasıl sağlayacaklar?" |
"If they can't sell their buttons, how will they earn a living?" | Annem nazikçe, "Arkadaşları onlarla ilgilenecektir," dedi. |
"Friends will take care of them," Mama said gently. | "Arkadaşlar böyle yapar." |
"That's what friends do." | Annemarie başını salladı. |
Annemarie nodded. | Annem elbette haklıydı. |
Friends and neighbors would go to the home of the Hirsch family, would take them fish and potatoes and bread and herbs for making tea. | Arkadaşlar ve komşular Hirsch ailesinin evine gider, onlara balık, patates, ekmek ve çay yapmaları için otlar götürürlerdi. |
Maybe Peter would even take them a beer. | Belki Peter onlara bir bira bile götürürdü. |
They would be comfortable until their shop was allowed to open again. | Dükkanlarının tekrar açılmasına izin verilene kadar rahat edeceklerdi. |
Then, suddenly, she sat upright, her eyes wide. | Sonra aniden gözleri kocaman açılmış bir halde dik oturdu. |
"Mama!" she said. | "Anne!" dedi. |
"Papa! The Rosens are Jewish, too!" | "Baba! Rosen'lar da Yahudi!" |
Her parents nodded, their faces serious and drawn. | Anne ve babası başlarını salladılar, yüzleri ciddi ve gergindi. |
"I talked to Sophy Rosen this afternoon, after you told me about the button shop," Mama said. | "Bu öğleden sonra sen bana düğme dükkanından bahsettikten sonra Sophy Rosen'la konuştum" dedi annem. |
"She knows what is happening. But she doesn't think that it will affect them." | "Neler olduğunu biliyor. Ama bunun onları etkileyeceğini düşünmüyor." |
Annemarie thought, and understood. | Annemarie düşündü ve anladı. |
She relaxed. | Rahatladı. |
"Mr. Rosen doesn't have a shop. He's a teacher. They can't close a whole school!" | ‘Bay Rosen'in dükkânı yok. O bir öğretmen. Bütün bir okulu kapatamazlar!’ Gözlerindeki soruyla Peter'a baktı "Yapabilirler mi?" |
"Can they?" | "Rosen'ların iyi olacağını düşünüyorum" dedi. |
"But you keep an eye on your friend Ellen. And stay away from the soldiers. Your mother told me about what happened on Østerbrogade." | " “Ama arkadaşın Ellen'a göz kulak ol. Ve askerlerden uzak dur. Annen bana Østerbrogade'de olanları anlattı." |
Annemarie shrugged. | Annemarie omuz silkti. |
She had almost forgotten the incident. | Olayı neredeyse unutmuştu. |
"It was nothing. They were only bored and looking for someone to talk to, I think." | "Önemli bir şey değildi. Sadece sıkılmışlardı ve konuşacak birini arıyorlardı sanırım." |
She turned to her father. | Babasına döndü. |
"Papa, do you remember what you heard the boy say to the soldier? That all of Denmark would be the king's bodyguard?" | "Baba, çocuğun askere ne söylediğini duyduğunu hatırlıyor musun? Tüm Danimarka’nın kralın koruması olacağını?" |
Her father smiled. | Babası gülümsedi. |
"I have never forgotten it," he said. | "Bunu hiç unutmadım" dedi. |
"Well," Annemarie said slowly, "now I think that all of Denmark must be bodyguard for the Jews, as well." | "Eh," dedi Annemarie yavaşça, "Artık tüm Danimarka'nın Yahudilerin de koruması olması gerektiğini düşünüyorum." |
"So we shall be," Papa replied. | "Öyle olacağız," diye yanıtladı babası. |
Peter stood. | Peter ayağa kalktı. |
"I must go," he said. | "Gitmem lazım" dedi. |
"And you, Longlegs, it is way past your bedtime now." | "Ve sen, Uzunbacak, artık yatma vaktin çoktan geçti." |
He hugged Annemarie again. | Annemarie'ye tekrar sarıldı. |
Later, once more in her bed beside the warm cocoon of her sister, Annemarie remembered how her father had said, three years before, that he would die to protect the king. | Daha sonra Annemarie, yatağında kız kardeşinin sıcak kozasının yanında bir kez daha babasının üç yıl önce kralı korumak için öleceğini söylediğini hatırladı. |
That her mother would, too. | Annesi de öyle yapacaktı. |
And Annemarie, seven years old, had announced proudly that she also would. | Yedi yaşındaki Annemarie de gururla bunu yapacağını açıklamıştı. |
Now she was ten, with long legs and no more silly dreams of pink-frosted cupcakes. | Artık on yaşındaydı, uzun bacakları vardı ve artık pembe kremalı keklerle ilgili aptalca hayalleri yoktu. |
And now she—and all the Danes—were to be bodyguard for Ellen, and Ellen's parents, and all of Denmark's Jews. | Ve şimdi o ve tüm Danimarkalılar Ellen'ın, Ellen'ın ebeveynlerinin ve Danimarka'daki tüm Yahudilerin koruması olacaktı. |
Would she die to protect them? | Onları korumak için ölür müydü? |
Truly? | Tamamen? |
Annemarie was honest enough to admit, there in the darkness, to herself, that she wasn't sure. | Annemarie, karanlıkta emin olmadığını kendi kendine itiraf edecek kadar dürüsttü. |
For a moment she felt frightened. | Bir an için korktuğunu hissetti. |
But she pulled the blanket up higher around her neck and relaxed. | Ama battaniyeyi boynuna kadar yukarı çekti ve rahatladı. |
It was all imaginary, anyway— not real. | Zaten bunların hepsi hayal ürünüydü; gerçek değildi. |
It was only in the fairy tales that people were called upon | İnsanlardan bu kadar cesur olmaları, birbirleri için ölmeleri ancak peri masallarında istenirdi. |
Not in real-life Denmark. | Gerçek hayattaki Danimarka'da değil. |
Oh, there were the soldiers; that was true. | Ah, askerler vardı; bu doğruydu. |
And the courageous Resistance leaders, who sometimes lost their lives; that was true, too. | Ve bazen hayatlarını kaybeden cesur Direniş liderleri; bu da doğruydu. |
But ordinary people like the Rosens and the Johansens? | Peki Rosen'lar ve Johansen'ler gibi sıradan insanlar? |
Annemarie admitted to herself, snuggling there in the quiet dark, that | Annemarie, sessiz karanlıkta oraya sokulurken, cesareti asla çağrılmayacak sıradan bir insan olmaktan memnun olduğunu kendi kendine itiraf etti. |
4. It Will Be a Long Night | 4. Uzun Bir Gece Olacak? |
Alone in the apartment while Mama was out shopping with Kirsti, Annemarie and E len were sprawled on the living room floor playing with paper do ls. | Annem, Kirsti'yle alışverişe çıktığında, evde tek başına kalan Annemarie ve Ellen, oturma odasının zeminine yayılmış kağıt bebeklerle oynuyorlardı. |
They had cut the do ls from Mama's magazines, old ones she had saved from past years. | Annemin geçmiş yıllardan biriktirdiği eski dergilerden bebekleri kesmişlerdi. |
The paper ladies had old-fashioned hair styles and clothes, and the girls had given them names from Mama's very favorite book. | Gazeteci hanımların eski moda saç stilleri ve kıyafetleri vardı ve kızlar onlara annemin en sevdiği kitaptan isimler vermişlerdi. |
Mama had told Annemarie and E len the entire story of Gone With the Wind, and the girls thought it much more interesting and romantic than the king- and-queen tales thai Kirsti loved. | Annem, Annemarie ve Ellen'a Rüzgar Gibi Geçti’nin tüm hikayesini anlatmıştı ve kızlar bunun Kirsti'nin sevdiği kral ve kraliçe masallarından çok daha ilginç ve romantik olduğunu düşünüyorlardı. |
"Come, Melanie," Annemarie said, walking her do l across the edge of the rug. | Annemarie, bebeğini halının kenarında gezdirirken, "Gel Melanie," dedi. |
"Let's dress for the ba l." | " Hadi balo için giyinelim." |
"A l right, Scarlett, I'm coming," E len replied in a sophisticated voice. | Ellen sofistike bir sesle, "Tamam Scarlett, geliyorum" diye yanıtladı. |
She was a talented performer; she often played the leading roles in school dramatics. | Yetenekli bir sanatçıydı; okul dramalarında sıklıkla başrol oynadı. |
Games of the imagination were always fun when E len played. | Ellen oynadığında hayal gücü oyunları her zaman eğlenceliydi. |
The door opened and Kirsti stomped in, her face tear-stained and glowering. | Kapı açıldı ve Kirsti içeri girdi, yüzü gözyaşları içindeydi ve öfkeli bir şekilde bakıyordu. |
Mama fo lowed her with an exasperated look and set a package down on the table. | Annem bıkkın bir bakışla onu takip etti ve masanın üzerine bir paket koydu. |
"I won't!" | "Yapmayacağım!" |
Kirsti sputtered. | Kirsti kekeledi. |
"I won't ever, ever wear them! Not if you chain me in a prison and beat me with sticks!" | "Asla ama asla bunları giymeyeceğim! Beni hapishanede zincirleyip sopalarla dövsen bile, hayır!" |
Annemarie giggled and looked questioningly at her mother. | Annemarie kıkırdadı ve soru sorarcasına annesine baktı. |
Mrs. | Bayan Johansen içini çekti. |
Johansen sighed. | "Kirsti'ye yeni ayakkabılar aldım" diye açıkladı. |
"I bought Kirsti some new shoes," she explained. | "Eskilerini geride bıraktı." |
"She's outgrown her old ones." | "Aman Tanrım, Kirsti," dedi Ellen. |
"Goodness, Kirsti," E len said, "I wish my mother would get me some new shoes. I love new things, and it's so hard to find them in the stores." | "Keşke annem bana yeni ayakkabılar alsaydı. Yeni şeyleri seviyorum ve bunları mağazalarda bulmak çok zor." |
"Not if you go to a fish store!" | "Balıkçıya gitmezsen tabi!" diye Kirsti bağırdı. |
Kirsti be lowed. | "Fakat çoğu anne kızlarına çirkin balık ayakkabıları giydirmez!" |
"But most mothers wouldn't make their daughters wear ugly fish shoes!" | "Kirsten," dedi annem yatıştırıcı bir tavırla. |
"Kirsten," Mama said soothingly, "you know it wasn't a fish store. And we were lucky to find shoes at a l." | "Buranın bir balık dükkânı olmadığını biliyorsun. Ayrıca ayakkabı bulabildiğimiz için de şanslıydık." |
Kirsti sniffed. | Kirsti burnunu çekti. |
"Show them," she commanded. | "Göster onlara" diye emretti. |
"Show Annemarie and E len how ugly they are." | "Annemarie ve Ellen'a ne kadar çirkin olduklarını göster." |
Mama opened the package and took out a pair of little girl's shoes. | Annem paketi açtı ve içinden bir çift küçük kız ayakkabısı çıkardı. |
She held them up, and Kirsti looked away in disgust. | Onları havaya kaldırdı ve Kirsti tiksintiyle başka tarafa baktı. |
"You know there's no leather anymore," Mama explained. | "Artık deri olmadığını biliyorsun," diye açıkladı annem. |
"But they've found a way to make shoes out of fish skin. I don't think these are too ugly." | "Ama balık derisinden ayakkabı yapmanın bir yolunu bulmuşlar. Bunların çok da çirkin olduğunu düşünmüyorum." |
Annemarie and E len looked at the fish skin shoes. | Annemarie ve Ellen balık derisi ayakkabılara baktılar. |
Annemarie took one in her hand and examined it. | Annemarie bir tanesini eline alıp inceledi. |
It was odd-looking; the fish scales were visible. | Garip görünüyordu; balık pulları görünüyordu. |
But it was a shoe, and her sister needed shoes. | Ama bu bir ayakkabıydı ve kız kardeşinin de ayakkabıya ihtiyacı vardı. |
"It's not so bad, Kirsti," she said, lying a little. | Annemarie biraz yalan söyleyerek, "O kadar da kötü değil Kirsti" dedi. |
E len turned the other one over in her hand. | Ellen diğerini elinde çevirdi. |
"You know," she said, "it's only the color that's ugly." | "Biliyor musun" dedi, "çirkin olan yalnızca rengi." |
"Green!" | "Yeşil!" |
Kirsti wailed. | Kirsti feryat etti. |
"I wi l never, ever wear green shoes!" "In our apartment," E len told her, "my father has a jar of black, | "Asla ama asla yeşil ayakkabı giymeyeceğim!" |
black ink. | Ellen ona, "Bizim dairemizde" dedi, "babamın bir kavanoz siyah mürekkebi var. Bu ayakkabıların siyah olması daha mı hoşuna giderdi?" |
Kirsti frowned. | Kirsti kaşlarını çattı. |
"Maybe I would," she said, fina ly. | "Belki de yapardım" dedi sonunda. |
"We l, then," E len told her, "tonight, if your mama doesn't mind, I' l take the shoes home and ask my father to make them black for you, with his ink." | "Peki o zaman," dedi Ellen ona, "bu gece eğer annen için sakıncası yoksa ayakkabıları eve götürüp babamdan mürekkebiyle senin için siyah yapmasını isteyeceğim." |
Mama laughed. | Annem güldü. |
"I think that would be a fine improvement. What do you think, Kirsti?" | "Bunun iyi bir gelişme olacağını düşünüyorum. Sen ne düşünüyorsun Kirsti?" |
Kirsti pondered. | Kirsti düşündü. |
"Could he make them shiny?" she asked. | "Onları parlatabilir mi?" diye sordu. |
"I | "Onların parlak olmasını istiyorum." |
E len nodded. | Ellen başını salladı. |
"I think he could. I think they' l be quite pretty, black and shiny." | "Sanırım yapabilir. Oldukça güzel, siyah ve parlak olacaklarını düşünüyorum." |
Kirsti nodded. | Kirsti başını salladı. |
"A l right, then," she said. | "Peki o zaman" dedi. |
"But you mustn't te l anyone that they're fish. I don't want anyone to know." | "Ama kimseye onların balık olduğunu söylememelisin. Kimsenin bilmesini istemiyorum." |
She took her new shoes, holding them disdainfu ly, and put them on a chair. | Yeni ayakkabılarını aldı, onları küçümseyerek tuttu ve bir sandalyenin üzerine koydu. |
"Can I play, too?" | Sonra kağıt bebeklere ilgiyle baktı. |
"Can I have a do l?" | "Ben de oynayabilir miyim?" diye Kirsti sordu. |
squatted beside Annemarie and E len on the floor. | "Bir oyuncak bebek alabilir miyim?" diyerek Annemarie ve Ellen'ın yanına yere çömeldi. |
Sometimes, Annemarie thought, Kirsti was such a pest, always butting in. | Annemarie, bazen Kirsti'nin tam bir baş belası olduğunu, sürekli içeri girip çıktığını düşündü. |
But the apartment was sma l. | Ama daire küçüktü. |
There was no other place for Kirsti to play. | Kirsti'nin oynayabileceği başka yer yoktu. |
And if they told her to go away, Mama would scold. | Ve ona gitmesini söyleseler, annesi azarlardı. |
"Here," Annemarie said, and handed her sister a cut-out little girl do l. | Annemarie, "İşte" dedi ve kız kardeşine kesilmiş küçük bir kız bebeği verdi. |
"We're playing Gone With the Wind. Melanie and Scarlett are going to a ba l. You can be Bonnie. She's Scarlett's daughter." | "Rüzgar Gibi Geçti oynuyoruz. Melanie ve Scarlett baloya gidiyorlar. Sen Bonnie olabilirsin. O Scarlett'in kızı." |
Kirsti danced her do l up and down happily. | Kirsti bebeğini mutlu bir şekilde yukarı aşağı dans ettirdi. |
"I'm going to the ba l!" she announced in a high, pretend voice. | "Ben baloya gidiyorum!" diye yüksek ve sahte bir sesle duyurdu. |
E len giggled. | Ellen kıkırdadı. |
"A little girl wouldn't go to a ba l. Let's make them go someplace else. Let's make them go to Tivoli!" | "Küçük bir kız baloya gitmez. Hadi onları başka bir yere götürelim. Haydi onları Tivoli'ye götürelim!" |
Annemarie began to laugh. | "Tivoli!"Annemarie gülmeye başladı. |
"That's in Copenhagen! | "Orası Kopenhag'da! Rüzgar Gibi Geçti Amerika'da!" |
"Tivoli, Tivoli, Tivoli," little Kirsti sang, twirling her do l in a circle. | Küçük Kirsti, bebeğini daire şeklinde döndürerek "Tivoli, Tivoli, Tivoli" şarkısını söyledi. |
"Tivoli can be over there, by that chair. 'Come, Scarlett,'" she said, using her do l voice, "'we sha l go to Tivoli to dance and watch the fireworks, and maybe there wi l be some handsome men there! | Ellen, "Önemli değil çünkü bu zaten sadece bir oyun" dedi. |
ride on the carousel. | "Tivoli orada, şu sandalyenin yanında olabilir. |
Annemarie grinned and walked her Scarlett toward the chair that | 'Gel Scarlett' dedi oyuncak bebek sesini kullanarak, 'Tivoli'ye dans etmeye ve havai fişekleri izlemeye gideceğiz, belki orada birkaç yakışıklı adam olur! Aptal kızınız Bonnie'yi getirin, atlıkarıncaya binsin. |
She loved Tivoli Gardens, in the | Annemarie sırıttı ve Scarlett'ını Ellen'ın Tivoli olarak belirlediği sandalyeye doğru yürüttü. |
she was a little girl. | Kopenhag'ın kalbindeki Tivoli Bahçeleri'ni seviyordu; küçük bir kızken ailesi onu sık sık oraya götürmüştü. |
colored lights, the carousel and ice cream and especia ly the | Müziği, parlak renkli ışıkları, atlıkarıncayı, dondurmayı ve özellikle akşamları yapılan muhteşem havai fişekleri hatırladı: Akşam gökyüzündeki devasa renkli sıçramalar ve ışık patlamalarını. |
bursts of lights in the evening sky. | Ellen'a "En çok havai fişekleri hatırlıyorum" yorumunu yaptı. |
"Me too," Kirsti said. | "Ben de" dedi Kirsti. |
"I remember the fireworks." "Si ly," Annemarie scoffed. | "Havai fişekleri hatırlıyorum." |
"You never saw the fireworks." | "Aptalca," diye alay etti Annemarie. |
Tivoli Gardens was closed now. | "Havai fişekleri hiç görmedin. |
The German occupation forces | Tivoli Bahçeleri artık kapalıydı. |
had burned part of it, perhaps as a way of punishing the fun-loving | Alman işgal güçleri, belki de eğlenceyi seven Danimarkalıları kaygısız zevkleri nedeniyle cezalandırmanın bir yolu olarak, buranın bir kısmını yakmıştı. |
Kirsti drew herself up, her sma l shoulders stiff. | Kirsti kendini doğrulttu, küçük omuzları gergindi. |
"I did too," she said be ligerently. | "Ben de öyle yaptım" dedi saldırgan bir tavırla. |
"It was my birthday. I woke up in the night and I could hear the booms. And there were lights in the sky. Mama said it was fireworks for my birthday!" | "Doğum günümdü. Gece uyandım ve patlamaları duyabiliyordum. Gökyüzünde ışıklar vardı. Annem bunun doğum günüm için havai fişekler olduğunu söyledi!" |
Then Annemarie remembered. | Sonra Annemarie hatırladı. |
Kirsti's birthday was late in August. | Kirsti'nin doğum günü ağustos ayının sonlarındaydı. |
And that night, only a month before, she, too, had been awakened and frightened by the sound of explosions. | Ve sadece bir ay önceki o gece o da patlama seslerinden uyanmış ve korkmuştu. |
Kirsti was right—the sky in the southeast had been ablaze, and Mama had | Kirsti haklıydı; güneydoğuda gökyüzü alevler içindeydi ve annem bunu doğum günü kutlaması olarak nitelendirerek onu rahatlattı. |
"Imagine, such | "Beş yaşındaki küçük bir kız için ne kadar havai fişek atıldığını hayal edin!" |
Mama had said, sitting on | Annem, yataklarında oturup, karanlık perdeyi kenara çekerek pencereden ışıklı gökyüzüne bakarken söylemişti. |
at the lighted sky. | Ertesi akşamın gazetesi acı gerçeği aktarmıştı. |
The Danes had destroyed their own naval fleet, blowing up the vessels one by one, as the Germans approached to take over the ships for their own use. | Almanlar gemileri kendi kullanımları için ele geçirmek üzere yaklaşırken, Danimarkalılar kendi deniz filosunu yok etmiş, gemileri birer birer havaya uçurmuştu. |
"How sad the king must be," Annemarie had heard Mama say to | Annemarie, haberi okurken annesinin babasına "Kral ne kadar da üzgün olmalı" dediğini duymuştu. |
Papa when they read the news. | "Ne kadar gurur verici" diye yanıtlamıştı babam. |
It had made Annemarie feel sad and proud, too, to picture the ta l, aging king, perhaps with tears in his blue eyes, as he looked at the remains of his sma l navy, which now lay submerged and broken in the harbor. | Uzun boylu, yaşlanan kralı, belki de mavi gözlerinde yaşlarla, şu anda sular altında ve limanda parçalanmış halde duran küçük donanmasının kalıntılarına bakarken hayal etmek Annemarie'yi de üzmüş ve gururlandırmıştı. |
"I don't want to play anymore, E len," she said suddenly, and put her paper do l on the table. | Aniden, "Artık oynamak istemiyorum Ellen," dedi ve kağıt bebeğini masanın üzerine koydu. |
"I have to go home, anyway," E len said. | Ellen, "Zaten eve gitmem gerekiyor" dedi. |
"I have to help Mama with the housecleaning. Thursday is our New Year. Did you know that?" | " Anneme ev temizliğinde yardım etmem gerekiyor. Perşembe bizim yeni yılımız. Bunu biliyor muydun?" |
"Why is it yours?" asked Kirsti. | "Neden senin?" diye sordu Kirsti. |
"Isn't it our New Year, too?" | "Bizim de yeni yılımız değil mi?" |
It's the Jewish New Year. | "Hayır. Bu Yahudi Yeni Yılı. Bu sadece bizim için. Ama istersen Kirsti, o gece gelip annemin mumları yakışını izleyebilirsin." |
But if you | Annemarie ve Kirsti, Cuma akşamları Bayan Rosen'in Şabat mumlarını yakmasını izlemeye sık sık davet edilmişlerdi. |
candles. | Bayan Rosen, başını bir bezle örttü ve bunu yaparken İbranice özel bir dua okudu. |
did so. | Annemarie her zaman çok sessizce, hayranlıkla izliyordu. |
Annemarie always stood very quietly, awed, to watch; even Kirsti, usua ly such a chatterbox, was always sti l at that time. | Genellikle çok geveze olan Kirsti bile o sırada daima hareketsizdi. |
They didn't understand the words or the meaning, but they could feel what a special time it was for the Rosens. | Kelimeleri ya da anlamını anlamıyorlar ama Rosen'lar için ne kadar özel bir zaman olduğunu hissedebiliyorlardı. |
"Yes," Kirsti agreed happily. | "Evet," diye onayladı Kirsti mutlulukla. |
"I' l come and watch your mama light the candles, and i' l wear my new black shoes," | "Gelip annenin mumları yakışını izleyeceğim ve yeni siyah ayakkabılarımı giyeceğim." |
But this time was to be different. | Ama bu sefer farklı olacaktı. |
Leaving for school on Thursday with her sister, Annemarie saw the Rosens walking to the | Perşembe günü kız kardeşiyle birlikte okula gitmek üzere yola çıkan Annemarie, Rosen'ların sabah erkenden en güzel kıyafetlerini giyerek sinagoga doğru yürüdüklerini gördü. |
She waved to E len, who waved happily back. | O da mutlu bir şekilde el sallayan Ellen'a el salladı. |
"Lucky E len," Annemarie said to Kirsti. | Annemarie Kirsti'ye "Şanslı Ellen" dedi. |
"She doesn't have to go to school today." | "Bugün okula gitmesine gerek yok." |
"But she probably has to sit very, very sti l, like we do in church," Kirsti pointed out. | Kirsti, "Ama muhtemelen bizim kilisede yaptığımız gibi çok ama çok hareketsiz oturması gerekiyor," diye belirtti. |
"That's no fun." | "Bu eğlenceli değil." |
That afternoon, Mrs. Rosen knocked at their door but didn't come inside. | O öğleden sonra Bayan Rosen kapıyı çaldı ama içeri girmedi. |
Instead, she spoke for a long time in a hurried, tense voice to Annemarie's mother in the ha l. | Bunun yerine koridorda Annemarie'nin annesiyle uzun süre telaşlı ve gergin bir sesle konuştu. |
When Mama returned, her face was worried, but her voice was cheerful. | Annem geri döndüğünde yüzü endişeliydi ama sesi neşeliydi. |
"Girls," she said, "we have a nice surprise. Tonight E len wi l be coming to stay overnight and to be our guest for a few days! It isn't often we have a visitor." | "Kızlar," dedi, "hoş bir sürprizimiz var. Bu gece Ellen geceyi burada geçirmek ve birkaç günlüğüne bizim misafirimiz olmak için gelecek! Pek sık ziyaretçimiz olmaz." |
Kirsti clapped her hands in delight. | Kirsti sevinçle ellerini çırptı. |
"But, Mama," Annemarie said, in dismay, "it's their New Year. They were going to have a celebration at home! E len told me that her mother managed to get a chicken someplace, and she was going to roast it—their first roast chicken in a year or more!" | Annemarie dehşet içinde, "Ama anne," dedi, "Bu onların Yeni Yılı. Evde bir kutlama yapacaklardı! Ellen bana annesinin bir yerden tavuk almayı başardığını ve onu kızartacağını söyledi. Bir yıl veya daha uzun bir süre sonra ilk kızarmış tavuk!" |
"Their plans have changed," Mama said briskly. | "Planları değişti" dedi annem hızlı bir şekilde. |
"Mr. and Mrs. Rosen have been ca led away to visit some relatives. So E len wi l stay with us. Now, let's get busy and put clean sheets on your bed. Kirsti, you may sleep with Mama and Papa tonight, and we' l let the big girls giggle together by themselves." | "Bay ve Bayan Rosen bazı akrabalarını ziyarete çağrıldılar. O yüzden Ellen bizimle kalacak. Şimdi biraz meşgul olalım ve yatağına temiz çarşaflar koyalım. Kirsti, bu gece annen ve babanla yatabilirsin. Biz de büyük kızların kendi başlarına kıkırdamasına izin vereceğiz." |
Kirsti pouted, and it was clear that she was about to argue. | Kirsti somurttu ve tartışmak üzere olduğu açıktı. |
"Mama wi l te l you a special story tonight," her mother said. | Annesi, "Annen bu gece sana özel bir hikâye anlatacak" dedi. |
"One just for you." | "Sadece senin için bir tane." |
"About a king?" | "Kral hakkında mı? "Kirsti şüpheyle sordu. |
"About a king, if you wish," Mama replied. | "İsterseniz bir kral hakkında" diye yanıtladı annem. |
"A l right, then. But there must be a queen, too," Kirsti said. | "Pekala o zaman. Ama bir de kraliçe olmalı" dedi Kirsti. |
Though Mrs. Rosen had sent her chicken to the Johansens, and Mama made a lovely dinner large enough for second helpings a l around, it was not an evening of laughter and talk. | Her ne kadar Bayan Rosen tavuğunu Johansen'lere göndermiş olsa da ve annem herkese ikinci porsiyonlar için yeterince büyük bir akşam yemeği hazırlamış olsa da, bu akşam kahkahalar ve konuşmalarla dolu bir akşam değildi. |
E len was silent at dinner. | Ellen akşam yemeğinde sessizdi. |
She looked frightened. | Korkmuş görünüyordu. |
Mama and Papa tried to speak of cheerful things, but it was clear that they were worried, and it made Annemarie worry, too. | Annem ve babam neşeli şeylerden bahsetmeye çalışıyorlardı ama onların endişeli oldukları açıktı ve bu Annemarie'yi de endişelendiriyordu. |
Only Kirsti was unaware of the quiet tension in the room. | Odadaki sessiz gerilimden yalnızca Kirsti habersizdi. |
Swinging her feet in their newly blackened and shiny shoes, she chattered and giggled during dinner. | Akşam yemeği sırasında yeni kararmış ve parlak ayakkabılarıyla ayaklarını sallayarak gevezelik edip kıkırdadı. |
"Early bedtime tonight, little one," Mama announced after the dishes were washed. | Bulaşıklar yıkandıktan sonra annem, "Bu gece erken yatma küçüğüm," dedi. |
"We need extra time for the long story I promised, about the king and queen." | "Kral ve kraliçe hakkında söz verdiğim uzun hikâye için fazladan zamana ihtiyacımız var. "Kirsti ile birlikte yatak odasına girip ortadan kayboldu. |
"What's happening?" | "Ne oluyor?" |
Annemarie asked when she and E len were alone with Papa in the living room. | Annemarie, kendisinin ve Ellen'ın oturma odasında babasıyla yalnız kaldıklarında babasına sordu. |
"Something's wrong. What is it?" | "Bir sorun var. Nedir?" |
Papa's face was troubled. | Babamın yüzü endişeliydi. |
"I wish that I could protect you children from this knowledge," he said quietly. | "Keşke siz çocukları bu bilgiden koruyabilseydim" dedi sessizce. |
"E len, you already know. Now we must te l Annemarie." | "Ellen, zaten biliyorsun. Şimdi Annemarie'ye söylemeliyiz." |
He turned to her and stroked her hair with his gentle hand. | Ona döndü ve yumuşak eliyle saçlarını okşadı. |
"This morning, at the synagogue, the rabbi told his congregation that the | "Bu sabah sinagogda haham cemaatine şunu söyledi: Naziler tüm Yahudilerin sinagog listelerini ele geçirdi. Nerede yaşıyorlar, isimleri neler? Elbette Rosen'lar da diğer pek çok kişiyle birlikte bu listedeydi." |
Where they live, what their names are. | "Neden? Bu isimleri neden istediler?" |
"Why? Why did they want those names?" | "Tüm Danimarkalı Yahudileri tutuklamayı planlıyorlar. Onları götürmeyi planlıyorlar. Bize bu gece gelebilecekleri söylendi." |
"I don't understand! Take them where?" | "Anlamıyorum! Onları nereye götürecekler?" |
Her father shook his head. | Babası başını salladı. |
"We don't know where, and we don't rea ly know why. They ca l it 'relocation.' We don't even know what that means. We only know that it is wrong, and it is dangerous, and we must help." | "Neresi olduğunu bilmiyoruz ve nedenini de gerçekten bilmiyoruz. Buna 'yer değiştirme' diyorlar. Bunun ne anlama geldiğini bile bilmiyoruz. Yalnızca bunun yanlış olduğunu, tehlikeli olduğunu ve yardım etmemiz gerektiğini biliyoruz." |
Annemarie was stunned. | Annemarie şaşkına dönmüştü. |
She looked at E len and saw that her best friend was crying silently. | Ellen'a baktı ve en yakın arkadaşının sessizce ağladığını gördü. |
"Where are E len's parents? We must help them, too!" | "Ellen'ın ailesi nerede? Onlara da yardım etmeliyiz!" |
"We couldn't take a l three of them. If the Germans came to search our apartment, it would be clear that the Rosens were here. One person we can hide. Not three. So Peter has helped E len's parents to go elsewhere. We don't know where. E len doesn't know either. But they are safe." | "Üçünü de alamadık. Eğer Almanlar dairemizi aramaya gelseydi, Rosen'lerin burada olduğu belli olurdu. Saklayabileceğimiz bir kişi var. Üç değil. Yani Peter, Ellen'ın ailesinin başka bir yere gitmesine yardım etti. Biz de Ellen da nerede olduğunu bilmiyorum ama güvendeler." |
Papa put his arm around her. | Ellen yüksek sesle ağladı ve yüzünü ellerinin arasına aldı. |
I promise you that. | Babası kolunu ona doladı. |
see them again quite soon. | "Onlar güvende, Ellen. Sana söz veriyorum onları çok yakında tekrar göreceğiz. Sözüme inanmak için çok çabalayabilir misin?" |
promise?" | Ellen tereddüt etti, başını salladı ve eliyle gözlerini sildi. |
"But, Papa," Annemarie said, looking around the sma l | "Ama baba," dedi Annemarie, birkaç mobilya parçasıyla dolu küçük daireye bakarken: Kalın doldurulmuş kanepe, masa ve sandalyeler, duvarın yanındaki küçük kitaplık. |
table and chairs, the sma l bookcase against the wa l. | "Onu saklayacağımızı söylemiştin. Bunu nasıl yapabiliriz? Nereye saklanabilir?" |
we would hide her. | Babam gülümsedi. |
Where can she hide?" | "Bu kısım kolay. Annenin dediği gibi olacak: Siz ikiniz yatağınızda birlikte uyuyacaksınız, kıkırdayacaksınız, konuşacaksınız ve birbirinize sırlar anlatacaksınız. Ve eğer biri gelirse..." |
"That part is easy. | Ellen onun sözünü kesti. |
you two wi l sleep together in your bed, and you may giggle and talk | "Kim gelebilir? Askerler mi gelecek? Köşelerdekiler gibi mi?" |
And if anyone comes—" | |
E len interrupted him. | Annemarie, askerin onları köşede sorguladığı gün Ellen'ın ne kadar korkmuş göründüğünü hatırladı. |
Annemarie remembered how terrified E len had looked the day when the soldier had questioned them on the corner. | "Gerçekten kimsenin bunu yapacağını sanmıyorum. Ama hazırlıklı olmanın hiçbir zararı olmaz. Biri gelirse, askerler bile olsa, siz ikiniz kardeş olursunuz. O kadar çok birliktesiniz ki, kardeşmiş gibi davranmanız kolay olur. " |
He rose and walked to the window. | Ayağa kalkıp pencereye doğru yürüdü. |
He pu led the lace curtain aside and looked down into the street. | Dantel perdeyi kenara çekip sokağa baktı. |
Outside, it was beginning to grow dark. | Dışarıda hava kararmaya başlamıştı. |
Soon they would have to draw the black curtains that a l Danes had on their windows; the entire city had to be completely | Yakında tüm Danimarkalıların pencerelerindeki siyah perdeleri çekmek zorunda kalacaklardı; geceleri tüm şehrin tamamen karartılması gerekiyordu. |
In a nearby tree, a bird was singing; otherwise it | Yakındaki bir ağaçta bir kuş şarkı söylüyordu; aksi takdirde ortalık sessizdi. |
It was the last night of September. | Eylül ayının son gecesiydi. |
"Go, now, and get into your nightgowns. It wi l be a long night." | "Şimdi git ve geceliklerini giy. Uzun bir gece olacak." |
Annemarie and E len got to their feet. | Annemarie ve Ellen ayağa kalktılar. |
room and put his arms around them both. | Babam aniden odanın karşı tarafına geçti ve kollarını ikisinin de boynuna doladı. |
head: Annemarie's blond one, which reached to his shoulder, and | Her birinin başının üstünü öptü: Annemarie'nin omzuna kadar uzanan sarı saçı ve Ellen'ın kalın bukleleri her zamanki gibi at kuyruğu şeklinde örülmüş koyu saçı. |
"Don't be frightened," he said to them softly. | "Korkmayın" dedi onlara yumuşak bir sesle. |
"Once I had three daughters. Tonight I am proud to have three daughters again." | "Bir zamanlar üç kızım vardı. Bu gece yeniden üç kızım olduğu için gurur duyuyorum." |
5. Who Is the Dark-Haired One? | 5. Koyu Saçlı Olan Kimdir? |
"Do you rea ly think anyone wi l come?" | "Gerçekten birinin geleceğini mi sanıyorsun?" |
E len asked nervously, turning to Annemarie in the bedroom. | Ellen yatak odasındaki Annemarie'ye dönerek endişeyle sordu. |
"Your father doesn't think so." | "Baban öyle düşünmüyor." |
"Of course not. They're always threatening stuff. They just like to scare people." | "Elbette hayır. Her zaman bir şeyleri tehdit ediyorlar. Sadece insanları korkutmayı seviyorlar." |
Annemarie took her nightgown from a hook in the closet. | Annemarie geceliğini dolabın kancasından çıkardı. |
"Anyway, if they did, it would give me a chance to practice acting. I'd just pretend to be Lise. I wish I were ta ler, though." | "Her neyse, eğer öyle olsaydı bana oyunculuk pratiği yapma şansı verirdim. Lise gibi davranırdım. Ama keşke daha uzun olsaydım." |
E len stood on tiptoe, trying to make herself ta l. | Ellen parmaklarının ucunda yükselerek kendini uzun göstermeye çalışıyordu. |
She laughed at herself, and her voice was more relaxed. | Kendi kendine güldü ve sesi daha rahattı. |
"You were great as the Dark Queen in the school play last year," Annemarie told her. | Annemarie ona, "Geçen yıl okul tiyatrosunda Kara Kraliçe rolünde harikaydın" dedi. |
"You should be an actress when you grow up." | "Büyüyünce oyuncu olmalısın." |
"My father wants me to be a teacher. [ Ic wants everyone to be a teacher, like him. But maybe I could convince him that I should go to acting school." | "Babam benim öğretmen olmamı istiyor. [ Ic herkesin kendisi gibi öğretmen olmasını istiyor. Ama belki onu oyunculuk okuluna gitmem gerektiğine ikna edebilirim. "Ellen tekrar parmaklarının ucunda yükseldi ve koluyla otoriter bir hareket yaptı. |
"I am the Dark Queen," she intoned dramatica ly. | "Ben Karanlık Kraliçeyim," dedi dramatik bir şekilde. |
"I have come to command the night!" | "Geceyi yönetmeye geldim!" |
"You should try saying, 'I am Lise Johansen!'" | Annemarie sırıtarak "'Ben Lise Johansen'im' demeyi denemelisin" dedi. |
"If you told the Nazis that you were the Dark Queen, they'd haul you off to a mental institution." | "Nazilere Kara Kraliçe olduğunuzu söyleseydiniz sizi bir akıl hastanesine kapatırlardı." |
E len dropped her actress pose and sat down, with her legs curled under her, on the bed. | Ellen oyuncu pozunu bıraktı ve bacaklarını altına kıvırarak yatağa oturdu. |
"They won't rea ly come here, do you think?" she asked again. | "Gerçekten buraya gelmeyecekler mi sence?" diye tekrar sordu. |
Annemarie shook her head. | Annemarie başını salladı. |
"Not in a mi lion years." | "Bir milyon yıl geçse de olmaz. |
She picked up her hairbrush. | ” Saç fırçasını aldı. |
The girls found themselves whispering as they got ready for bed. | Kızlar yatmaya hazırlanırken kendilerini fısıldaşırken buldular. |
There was no need, rea ly, to whisper; they were, after a l, | Aslında fısıldamaya gerek yoktu; sonuçta normal kardeş olmaları gerekiyordu ve Annemarie’nin babası kıkırdayıp konuşabileceklerini söylemişti. |
The bedroom door was closed. | Yatak odasının kapısı kapalıydı. |
But the night did seem, somehow, different from a normal night. | Ama gece bir şekilde normal bir geceden farklı görünüyordu. |
And so they whispered. | Ve böylece fısıldadılar. |
"How did your sister die, Annemarie?" | "Kız kardeşin nasıl öldü Annemarie?" diye Ellen aniden sordu. |
"I remember when it happened. And I remember the funeral—it was the only time I have ever been in a Lutheran church. But I never knew just what happened." | "Olayın ne zaman olduğunu hatırlıyorum. Cenazeyi de hatırlıyorum; bu, bir Lüteriyen kilisesine gittiğim tek zamandı. Ama tam olarak ne olduğunu hiç bilmiyordum." |
"She and Peter were out somewhere together, and then there was a telephone ca l, that there had been an accident. | Annemarie, "Tam olarak bilmiyorum" diye itiraf etti. |
Kirsti was already asleep and she slept right through everything, she was so little then. | "O ve Peter birlikte bir yerlerdeydiler ve sonra bir telefon sesi duyuldu, bir kaza olduğu söylendi. Annemle babam hastaneye koştular; hatırlıyor musun, annen gelip benimle ve Kirsti'yle birlikte kaldı? Kirsti çoktan uyuyordu ve her şeye rağmen uyudu, çünkü o zamanlar çok küçüktü. Ama ben uyanıktım. Annemle babam eve gece yarısı geldiklerinde oturma odasında annenle birlikteydim.” |
middle of the night. | Ve bana Lise'nin öldüğünü söylediler." |
And they told me Lise had died. | Ellen üzüntüyle, "Yağmur yağdığını hatırlıyorum" dedi. |
"I remember it was raining," E len said sadly. | "Ertesi sabah annem bana bunu söylediğinde hâlâ yağmur yağıyordu. Annem ağlıyordu ve yağmur sanki bütün dünya ağlıyormuş gibi hissettiriyordu." |
Annemarie finished brushing her long hair and handed her hairbrush to her best friend. | Annemarie uzun saçlarını taramayı bitirdi ve saç fırçasını en yakın arkadaşına verdi. |
E len undid her braids, lifted her dark hair away from the thin gold chain she wore around her neck—the chain that held the Star of David—and began to brush her thick curls. | Ellen örgülerini çözdü, koyu renk saçlarını boynuna taktığı ince altın zincirden (Davud Yıldızı'nı tutan zincir) kaldırdı ve kalın buklelerini fırçalamaya başladı. |
"I think it was partly because of the rain. They said she was hit by a car. I suppose the streets were slippery, and it was getting dark, and maybe the driver just couldn't see," Annemarie went on, remembering. | Annemarie hatırlayarak, "Sanırım kısmen yağmur yüzünden oldu. Ona araba çarptığını söylediler. Sanırım sokaklar kaygandı ve hava kararıyordu ve belki de sürücü göremiyordu" diye devam etti. |
He made one hand into a fist, | "Babam çok kızgın görünüyordu. Bir elini yumruk yaptı ve diğer eline vurmaya devam etti. Sesini hatırlıyorum: Çarp, çarp, çarp." |
I remember the noise of it: slam, slam, slam. | Birlikte geniş yatağa girip yorganı çektiler. |
Together they got into the wide bed and pu led up the covers. | Annemarie mumu söndürdü ve yatağın yanındaki açık pencerenin biraz hava alması için koyu renkli perdeleri kenara çekti. |
"See that blue trunk in the corner?" she said, pointing through the darkness. | "Köşedeki mavi sandığı görüyor musun?" dedi karanlığı işaret ederek. |
"Lots of Lise's things are in there. Even her wedding dress. Mama and Papa have never looked at those things, not since the day they packed them away." | "Lise'nin pek çok eşyası orada. Gelinliği bile. Annemle babam, onları topladıkları günden beri bunlara hiç bakmadılar." |
E len sighed. | Ellen içini çekti. |
"She would have looked so beautiful in her | "Gelinliğiyle çok güzel görünürdü. |
wedding dress. | Çok güzel bir gülümsemesi vardı. |
She had such a pretty smile. | Ben de o benim kız kardeşimmiş gibi davranmaya alışmıştım. |
I used to pretend that | "Annemarie, "Bu onun hoşuna giderdi" dedi. "O seni seviyordu. |
"She would have liked that," Annemarie told her. | "Ellen, "Bu dünyadaki en kötü şey," diye fısıldadı. "Bu kadar genç ölmek. |
"That's the worst thing in the world," E len whispered. | Almanların ailemi alıp başka bir yerde yaşamamızı sağlamasını istemem. |
"To be dead so young. I wouldn't want the Germans to take my family away—to make us live someplace else. But sti l, it wouldn't be as bad as being dead." | Ama yine de ölmek kadar kötü olmaz. |
Annemarie leaned over and hugged her. | Annemarie eğilip ona sarıldı. |
"They won't take you away," she said. | "Seni götürmeyecekler" dedi. |
"Not your parents, either. Papa promised that they were safe, and he always keeps his promises. And you are quite safe, here with us." | "Ayrıca anne ve babanı da götürmeyecekler. Babam onların güvende olacağına söz verdi ve her zaman sözünü tutar. Ve sen de burada bizimle oldukça güvendesin." |
For a while they continued to murmur in the dark, but the murmurs were interrupted by yawns. | Bir süre karanlıkta mırıldanmaya devam ettiler ama mırıltılar esnemelerle kesildi. |
Then E len's voice stopped, she turned over, and in a minute her breathing was quiet and slow. | Sonra Ellen'ın sesi kesildi, döndü ve bir dakika içinde nefesi sessizleşti ve yavaşladı. |
Annemarie stared at the window where the sky was outlined and a tree branch moved slightly in the breeze. | Annemarie, gökyüzünün ana hatlarıyla çizildiği ve bir ağaç dalının esintiyle hafifçe hareket ettiği pencereye baktı. |
Everything seemed very familiar, very comforting. | Her şey çok tanıdık geliyordu ve çok rahatlatıcıydı. |
Dangers were no more than odd imaginings, like ghost stories that children made up to frighten one another: things that couldn't possibly happen. | Tehlikeler, çocukların birbirlerini korkutmak için uydurdukları hayalet hikayeleri gibi tuhaf hayallerden başka bir şey değildi: Gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyler. |
Annemarie felt completely safe here in her own home, with her parents in the next room and her best friend asleep beside her. | Annemarie burada kendi evinde, ebeveynleri yan odada ve en yakın arkadaşı da yanında uyurken kendini tamamen güvende hissediyordu. |
She yawned contentedly and closed her eyes. | Memnuniyetle esnedi ve gözlerini kapattı. |
It was hours later, but sti l dark, when she was awakened abruptly by the pounding on the apartment door. | Saatler sonraydı ama hava hâlâ karanlıktı. |
Annemarie eased the bedroom door open quietly, only a crack, and peeked out. | Annemarie yatak odasının kapısını hafifçe aralayıp yavaşça açtı ve dışarı baktı. |
Behind her, E len was sitting up, her eyes wide. | Ellen arkasında, gözleri iri iri açılmış halde oturuyordu. |
She could see Mama and Papa in their nightclothes, moving about. | Anne ve babasını gecelikleriyle dolaşırken görebiliyordu. |
Mama held a lighted candle, but as Annemarie watched, she went to a lamp and switched it on. | Annesi yanan bir mumu tutuyordu ama Annemarie onu izlerken elektrik lambasına gidip onu yaktı. |
It was so long a time since they had dared to use the strictly rationed electricity after dark that the light in the room seemed startling to Annemarie, watching through the slightly opened bedroom door. | Hava karardıktan sonra katı bir şekilde karneye bağlanmış elektriği kullanmaya cüret etmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, odadaki ışık, hafifçe açılmış yatak odası kapısından bakan Annemarie'ye ürkütücü göründü. |
She saw her mother look automatica ly to the blackout curtains, making certain that they were tightly drawn. | Annesinin otomatik olarak karartma perdelerine baktığını ve onların sıkı bir şekilde çekildiğinden emin olduğunu gördü. |
Papa opened the front door to the soldiers. | Babam askerlere ön kapıyı açtı. |
"This is the Johansen apartment?" | "Burası Johansen'ın dairesi mi?" derin bir ses, soruyu yüksek sesle, kötü aksanlı bir Dancayla sordu. |
"Our name is on the door, and I see you have a flashlight," Papa answered. | "Kapının üzerinde adımız yazıyor ve görüyorum ki bir el fenerin var," diye cevapladı babam. |
"What do you want? Is something wrong?" | "Ne istiyorsun? Bir sorun mu var?" |
"I understand you are a friend of your neighbors the Rosens, Mrs. Johansen," the soldier said angrily. | Asker öfkeyle, "Anladığım kadarıyla komşularınız Rosen'lerin arkadaşısınız Bayan Johansen," dedi. |
"Sophy Rosen is my friend, that is true," Mama said quietly. | Annem sessizce, "Sophy Rosen benim arkadaşımdır, bu doğru," dedi. |
"Please, could you speak more softly?" | "Lütfen, daha yumuşak konuşur musun? Çocuklarım uyuyor." |
"Then you wi l be so kind as to te l me where the Rosens are." | "O halde bana Rosen'ların nerede olduğunu söyleme nezaketinde bulunacaksınız." |
He made no effort to lower his voice. | Sesini alçaltmak için hiçbir çaba göstermedi. |
"I assume they are at home, sleeping. It is four in the morning, after a l," Mama said. | "Sanırım evdeler ve uyuyorlar. Sonuçta saat sabahın dördü," dedi annem. |
Annemarie heard the soldier stalk across the living room toward the kitchen. | Annemarie askerin oturma odasından mutfağa doğru ilerlediğini duydu. |
From her hiding place in the narrow sliver of open doorway, she could see the heavy uniformed man, a holstered pistol at his waist, in the entrance to the kitchen, peering in toward the | Açık kapının dar aralığındaki saklandığı yerden, mutfağın girişinde, belinde kılıfında bir tabanca bulunan ağır üniformalı adamın lavaboya doğru baktığını görebiliyordu. |
sink. | Başka bir Alman sesi şöyle dedi: "Rosen'lerin dairesi boş. Yakın arkadaşlarının Johansen'leri ziyaret edip etmediklerini merak ediyoruz." |
"We l," said Papa, moving slightly so that he was standing in front of Annemarie's bedroom door, and she could see nothing except the dark blur of his back, "as you see, you are mistaken. There is no one here but my family." | "Eh," dedi babam, Annemarie'nin yatak odasının kapısının önünde hafifçe hareket ediyordu ve Annemarie onun sırtının karanlık bulanıklığı dışında hiçbir şey göremedi, "Gördüğün gibi yanılıyorsun. Burada benim ailemden başka kimse yok." |
"You wi l not object if we look around." | "Etrafa bakarsak itiraz etmezsiniz." sesi sertti ve bu bir rica değildi. |
"It seems we have no choice," Papa replied. | "Görünüşe göre başka seçeneğimiz yok," diye yanıtladı babam. |
"Please don't wake my children," Mama requested again. | Annem tekrar, "Lütfen çocuklarımı uyandırmayın" diye rica etti. |
is no need to frighten little ones. | "Küçükleri korkutmaya gerek yok." |
The heavy, booted feet moved across the floor again and into the other bedroom. | Ağır çizmeli ayaklar yeniden zeminde hareket ederek diğer yatak odasına doğru ilerledi. |
Annemarie eased her bedroom door closed silently. | Bir dolabın kapısı büyük bir gürültüyle açılıp kapandı. |
"E len," she whispered urgently, "take your necklace off!" | Annemarie yatak odasının kapısını yavaşça kapattı. |
E len's hands flew to her neck. | Karanlığın içinden yatağa doğru sendeledi. |
Desperately she began trying to | "Ellen," diye fısıldadı acilen, "kolyeni çıkar!" |
Outside the bedroom door, the harsh voices | Ellen'ın elleri boynuna doğru gitti. |
and heavy footsteps continued. | Umutsuzca küçük tokayı çıkarmaya çalıştı. |
E len said frantica ly. | Yatak odası kapısının dışında sert sesler ve ağır ayak sesleri devam ediyordu. |
can't even remember how to open it!" | "Açamıyorum!" diye Ellen çılgınca söyledi. |
Annemarie heard a voice just outside the door. | "Asla çıkarmam; nasıl açacağımı bile hatırlamıyorum!" |
"What is here?" "Shhh," her mother replied. | Annemarie kapının hemen dışında bir ses duydu. |
"My daughters' bedroom. | "Burası ne?" |
They are | "Şşşt" diye yanıtladı annesi. |
"Hold sti l," Annemarie commanded. | "Kızlarımın yatak odası. Derin uykudalar." |
"This wi l hurt." | Annemarie, "Kıpırdama," diye emretti. |
She | "Bu acıtacak." |
grabbed the little gold chain, yanked with a l her strength, and broke | Küçük altın zinciri yakaladı, tüm gücüyle çekti ve kırdı. |
As the door opened and light flooded into the bedroom, she | Kapı açılıp yatak odasına ışık dolduğunda zinciri avucunun içine aldı ve parmaklarını sıkıca kapattı. |
Terrified, both girls looked up at the three Nazi officers who entered the room. | Dehşete kapılan iki kız da odaya giren üç Nazi subayına baktı. |
One of the men aimed a flashlight around the bedroom. | Adamlardan biri el fenerini yatak odasına doğrulttu. |
He went to the closet and looked inside. | Dolaba gitti ve içine baktı. |
Then with a sweep of his gloved hand he pushed to the floor several coats and a bathrobe that hung from pegs on the wa l. | Sonra eldivenli eliyle birkaç paltoyu ve duvardaki askılara asılmış bir bornozu yere itti. |
There was nothing else in the room except a chest of drawers, the blue decorated trunk in the corner, and a heap of Kirsti's do ls piled in a sma l rocking chair. | Odada bir şifonyer, köşedeki mavi süslü sandık ve küçük bir sallanan sandalyeye yığılmış bir yığın Kirsti bebeği dışında başka hiçbir şey yoktu. |
The flashlight beam touched each thing in turn. | El fenerinin ışığı sırayla her şeye dokundu. |
Angrily the officer turned toward the bed. | Memur öfkeyle yatağa doğru döndü. |
"Get up!" he ordered. | "Uyanın ve buraya gelin! |
"Come out here!" | ” diye emretti. |
Trembling, the two girls rose from the bed and fo lowed him, brushing past the two remaining officers in the doorway, to the living room. | İki kız titreyerek yataktan kalktı ve kapıda kalan iki memurun yanından geçip oturma odasına doğru onu takip etti. |
Annemarie looked around. | Annemarie etrafına bakındı. |
These three uniformed men were different from the ones on the street corners. | Bu üç üniformalı adam sokak köşelerindeki adamlardan farklıydı. |
The street soldiers were often young, sometimes i l at ease, and Annemarie remembered how the Giraffe had, for a moment, let his harsh pose slip and had smiled at Kirsti. | Sokak askerleri genellikle gençti, bazen huzursuzdular ve Annemarie Zürafa'nın bir anlığına sert tavrını bırakıp Kirsti'ye nasıl gülümsediğini hatırladı. |
Her parents were standing beside each other, their faces tense, | Ancak bu adamlar daha yaşlıydı ve yüzleri öfkeyle kaplanmıştı. |
but Kirsti was nowhere in sight. | Anne ve babası yan yana duruyorlardı ve yüzleri gergindi. |
through almost everything. | Ama Kirsti ortalıkta yoktu. |
wailing—or worse, she would be angry, and her fists would fly. | Tanrıya şükür ki Kirsti neredeyse her şeyi uykuda geçiriyordu. |
"Annemarie Johansen. And this is my sister—" | Onu uyandırsalardı feryat ederdi ya da daha kötüsü öfkelenir ve yumrukları havada uçuşurdu. |
He was glaring at E len. | "İsimleriniz?" diye subay havladı. |
"Lise," she said, and cleared her throat. | "Annemarie Johansen ve bu da kız kardeşim..." |
Johansen. | "Sessiz olun! Bırakın kendi adına konuşsun. Adınız?" |
"Now," Mama said in a strong voice, "you have seen that we are not hiding anything. May my children go back to bed?" | Ellen'a bakıyordu. |
The officer ignored her. | Ellen yutkundu. |
Suddenly he grabbed a handful of | "Lise" dedi ve boğazını temizledi. |
E len winced. | "Lise Johansen." |
"You have a blond child sleeping in the other room. And you have this blond daughter—" | Subay onlara sert bir şekilde baktı. |
"Where did you get the dark- haired one?" | "Şimdi" dedi annem güçlü bir sesle, "hiçbir şey saklamadığımızı gördün. Çocuklarım tekrar yataklarına dönebilir mi?" |
"From a different father? | Subay onu görmezden geldi. |
Papa stepped forward. | Aniden Ellen'ın saçından bir avuç yakaladı. |
"Or maybe you got her someplace else?" the officer continued | Ellen yüzünü buruşturdu. |
"From the Rosens?" | Aşağılayıcı bir şekilde güldü. |
Then Annemarie, watching in panic, saw her father move swiftly to the sma l bookcase and take out a book. | "Diğer odada uyuyan sarışın bir çocuğunuz var. Bir de sarışın bir kızınız var..." |
Very quickly he searched through its pages, found what he was looking for, and tore out three pictures from three separate pages. | Başıyla Annemarie'yi işaret etti. |
"You wi l see each of my daughters, each with her name written on the photograph," Papa said. | "Koyu saçlı olanı nereden buldun?" |
The album had many snapshots—a l the poorly focused pictures of school events and birthday parties. | Ellen'ın saçının buklesini büktü. |
Mama had written, in her delicate handwriting, the name of each baby daughter across the bottom of those photogrpahs. | "Başka bir babadan mı? |
At the bottom of each page, below the photograph itself, was written the date. | Sütçüden mi? |
"Kirsten Elisabeth," the officer read, looking at Kirsti's baby | Babam öne çıktı. |
He let the photograph fa l to the floor. | "Karımla bu şekilde konuşmayın. Kızımı bırakın, yoksa sizi bu muameleden dolayı şikâyet edeceğim." |
"Lise Margrete," he read fina ly, and stared at E len for a long, unwavering moment. | "Ya da onu başka bir yerden mi aldın?" diye subay alaycı bir tavırla devam etti. |
The wispy curls. | "Rosen'lardan mı?" |
Dark. | Bir an kimse konuşmadı. |
Then he turned, the heels of his shiny boots grinding into the pictures, and left the apartment. | Sonra panik içinde izleyen Annemarie, babasının hızla küçük kitaplığa doğru ilerlediğini ve bir kitap çıkardığını gördü. |
Papa stepped forward and closed the door behind him. | Aile fotoğraf albümünü tuttuğunu gördü. |
Annemarie relaxed the clenched fingers of her right hand, which sti l clutched E len's necklace. | Çok çabuk sayfalarını karıştırdı, aradığını buldu ve üç ayrı sayfadan üç resmi yırttı. |
6. Is the Weather Good for Fishing? | Bunları Ellen'ın saçını serbest bırakan Alman subayına verdi. |
"They are suspicious, now. To be honest, I thought that if they came here at ail—and I hoped they wouldn't—that they would just glance around, see that we had no place to hide anyone, and would go away." | Babam, "Kızlarımın her birinin fotoğrafta kendi adının yazılı olduğunu göreceksiniz" dedi. |
"It made them suspicious." | Annemarie onun hangi fotoğrafları seçtiğini anında anladı. |
"You have beautiful hair, Ellen, just like your mama's," she said. | Albümde pek çok anlık fotoğraf vardı; hepsi de okul etkinlikleri ve doğum günü partilerinin kötü odaklanmış fotoğraflarıydı. |
"In between," Papa added, "she was bald for a while!" | Ama aynı zamanda her kızın küçük bir bebekken bir fotoğrafçı tarafından çekilmiş bir portresini de içeriyordu. |
For a moment their fear was eased. | Annesi o fotoğrafların alt kısmına o narin el yazısıyla her bir kızının adını yazmıştı. |
Mama and Papa had spoken of Lise. | Annemarie buz gibi bir duyguyla babasının bunları neden kitaptan kopardığını anladı. |
Outside, the sky was beginning to lighten. | Her sayfanın altında, fotoğrafın altında tarih yazıyordu. |
to the kitchen and began to make tea. | Ve gerçek Lise Johansen yirmi bir yıl önce doğmuştu. |
"Ellen and | Memur, Kirsti'nin bebeklik resmine bakarken, "Kirsten Elisabeth," diye okudu. |
Papa rubbed his chin for a moment, thinking. | Fotoğrafın yere düşmesine izin verdi. |
"It is possible that they will look for the Jewish children in the schools." | Daha sonra "Annemarie," diye okudu, ona baktı ve ikinci fotoğrafı bıraktı. |
Ellen asked in amazement. | Sonunda "Lise Margrete," diye okudu ve uzun, tereddütsüz bir an boyunca Ellen'a baktı. |
"This will only be a vacation, Ellen. For now, your safety is the most important thing. I'm sure your parents would agree. Inge?" | Annemarie elindeki fotoğrafı zihninde canlandırdı: İri gözlü, bir yastığa yaslanmış bebek, minik elinde gümüş bir diş çıkarma halkası tutan, işlemeli bir elbisenin eteğinin altından görünen çıplak ayakları. |
"Yes?" | İnce bukleler. |
Mrs. Johansen nodded. | Koyu. |
"Stay here and let you go alone? Of course not. I wouldn't send you on a dangerous trip alone." | Subay fotoğrafı ikiye böldü ve parçaları yere düşürdü. |
"If only I go with the girls, it will be safer. They are unlikely to suspect a woman and her children. But if they are watching us—if they see all of us leave? If they are aware that the apartment is empty, that you don't go to your office this morning? Then they will know. Then it will be dangerous. I am not afraid to go alone." | Sonra döndü, parlak çizmelerinin topukları resimlere sürtünerek daireden çıktı. |
Annemarie watched his face and knew that he was struggling with the decision. | Tek kelime etmeden diğer iki asker de onu takip etti. |
"I will pack some things," Mama said. | Babam öne çıkıp kapıyı arkasından kapattı. |
Papa looked at his watch. | Annemarie, hâlâ Ellen'ın kolyesini tutan sağ elinin sıkılı parmaklarını gevşetti. |
"Henrik will still be there. He leaves around five. Why don't you call him?" | Aşağıya baktı ve avucuna Davud Yıldızı'nı bastığını gördü. |
Ellen looked puzzled. | 6. Hava Durumu Balık Tutmak İçin İyi mi? |
Henrik? | "Ne yapacağımızı düşünmeliyiz" dedi babam. |
Annemarie laughed. | "Artık şüpheleniyorlar. |
And he's a fisherman. | Dürüst olmak gerekirse, buraya herhangi bir şekilde gelirlerse -ki gelmemelerini umuyordum- etrafa bir göz atıp kimseyi saklayacak yerimiz olmadığını görürler ve giderler diye düşündüm. |
"Oh, Ellen," she went on. | Ellen, "Koyu saçlarım olduğu için üzgünüm," diye mırıldandı. |
It is where my grandparents lived, where Mama and Uncle Henrik grew up. | "Bu onları şüpheye düşürdü. |
It is so beautiful—right on the water. | Annem hızla uzanıp Ellen'ın elini tuttu. |
You can stand at the edge of the | "Senin de tıpkı anneninkiler gibi çok güzel saçların var Ellen" dedi. |
She listened while Papa spoke on the telephone to Uncle Henrik, telling him that Mama and the children were coming for a visit. | "Bunun için asla üzülmeyin. Babam bu kadar çabuk düşünüp resimleri bulduğu için şanslı değil miydik? Lise'nin bebekken koyu renk saçları olduğu için de şanslı değil miydik? Lise’nin saçları iki yaşında veya daha fazla olabilir sarıya döndü." |
So only Annemarie was listening. | "Bu arada," diye ekledi babası, "bir süre kel kaldı!" |
"So, Henrik, is the weather good for fishing?" | Ellen ve Annemarie çekinerek gülümsediler. |
Papa asked cheerfully, and listened briefly. | Bir an için korkuları hafifledi. |
Then he continued, "I'm sending Inge to you today with the children, and she will be bringing you a carton of cigarettes. | Annemarie birden bu gece ilk kez annesiyle babasının Lise'den söz ettiğini fark etti. |
"Yes, just one," he said, after a moment. | Üç yıldır ilk kez. |
Annemarie couldn't hear Uncle Henrik's words. | Dışarıda gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı. |
"But there are a lot of cigarettes available in Copenhagen now, if you know where to look," he went on, "and so there will be others coming to you as well, I'm sure." | Bayan Johansen mutfağa gitti ve çay yapmaya başladı. |
Annemarie was quite certain it wasn't true. | Annemarie, "Daha önce hiç bu kadar erken kalkmamıştım" dedi. |
He complained often—he had complained only yesterday— that there were no cigarettes in the stores. | "Ellen ve ben muhtemelen bugün okulda uyuyakalacağız!" |
The men in his office, he said, making a face, smoked almost anything: sometimes dried weeds rolled in paper, and the smell was terrible. | Babam bir an çenesini ovuşturup düşündü. |
Why was Papa speaking that way, almost as if he were speaking in code? | "Sanırım bugün seni okula gönderme riskini almamalıyız" dedi. |
What was Mama really taking to Uncle Henrik? | "Okullarda Yahudi çocukları aramaları mümkün." |
Then she knew. | "Okula gitmemek mi?" |
It was Ellen. | Ellen hayretle sordu. |
The train ride north along the Danish coast was very beautiful. | "Annem ve babam bana her zaman eğitimin en önemli şey olduğunu söylerdi. Ne olursa olsun eğitim almalıyım." |
Annemarie had made this trip often to visit her grandparents when they were alive, and later, after they were gone, to sec the cheerful, suntanned, unmarried uncle whom she loved. | "Bu sadece bir tatil olacak Ellen. Şimdilik senin güvenliğin en önemli şey. Eminim annenle baban da aynı fikirdedir." “Inge” diye seslenerek babam annemi mutfağa çağırdı ve o da elinde bir çay fincanı ve yüzünde soru soran bir ifadeyle kapı aralığına geldi. |
"Look!" | "Evet?" |
Annemarie exclaimed, and pointed to the opposite side. | "Kızları Henrik'e götürmeliyiz. Peter'ın bize ne söylediğini hatırlıyorsun. Sanırım bugün ağabeyinin yanına gitme günü." |
Mama shook her head. | Bayan Johansen başını salladı. |
The train did stop at the small Klampenborg station, but none of the few passengers got off. | "Sanırım haklısın. Ama onları alacağım. Burada kalmalısın." |
Mama asked, but Ellen said no. | "Burada kalıp yalnız gitmene izin mi vereceğim? Tabii ki hayır. Seni tehlikeli bir yolculuğa tek başına göndermem." |
Kirsti wriggled to her knees and peered through the window. | Annem elini babasının koluna koydu. |
don't see any deer!" she complained. | "Kızlarla gidersem daha güvenli olur. Bir kadından ve çocuklarından şüphelenmeleri pek mümkün değil. Ama bizi izliyorlarsa, hepimizin gittiğimizi görürlerse? Dairenin boş olduğunu biliyorlarsa, bu sabah ofisine gitmemeni o zaman bilecekler, o zaman yalnız gitmekten korkmuyorum." |
"They're hiding in the trees." | Annemin babamla aynı fikirde olmadığı çok nadirdi. |
The door at the end of their car opened and two German soldiers appeared. | Annemarie babasının yüzüne baktı ve karar vermekte zorlandığını biliyordu. |
Not here, on the train, too? | Sonunda isteksizce başını salladı. |
Together the soldiers strolled through the car, glancing at passengers, stopping here and there to ask a question. | Annem, "Birkaç eşya toplayacağım" dedi. |
Annemarie watched with a kind of | "Saat kaç?" |
One of the soldiers looked down with a bored expression on his face. | Babam saatine baktı. |
"Gilleleje," Mama replied calmly. | "Neredeyse beş" dedi. |
The soldier turned away and Annemarie relaxed. | " |
"Are you visiting your brother for the New Year?" he asked suddenly. | Henrik hâlâ orada olacak. |
"New Year?" she asked. | Saat beş civar |
My Experience
Experience
1 yr.
Education
- 2023 BA/BS at Anadolu University
- 2006 MA/MS at Land Defense University
- 1998 BA at Land Defense University
Memberships
- ProZ (Joined: 2024)
Turkey
Available Today
May 2025
Sun. | Mon. | Tues. | Wed. | Thurs. | Fri. | Sat. |
---|---|---|---|---|---|---|
27
|
28
|
29
|
30
|
1
|
2
|
3
|
4
|
5
|
6
|
7
|
8
|
9
|
10
|
11
|
12
|
13
|
14
|
15
|
16
|
17
|
18
|
19
|
20
|
21
|
22
|
23
|
24
|
25
|
26
|
27
|
28
|
29
|
30
|
31
|